Ulusal Egemenlik: Ulusun namusu şerefi ve haysiyetidir...
Egemenliğini ona o zamana değin efendilik edenler bahşetmedi; tam tersine ulus, kendi gücüyle ve zorla egemenliğini aldı ve kullandı. Ulusal savaşın daha ilk günlerinden bu yana ortaya çıkan özgür ulusal güçler ve onların karar verme yetisi, ‘egemenlik ulusundur’ özdeyişine kadar gitti ve 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsünün arkasına bu söz yerleştirildi
Yazının başlığı, Atatürk’e ait bir sözdür. O’nun ulusal egemenliği, yani o zamanki söyleniş biçimiyle hakimiyet-i milliyeyi, en büyük güç olarak gördüğü herkesin bildiği bir gerçektir. Gerçekten de Ulusal Bağımsızlık Savaşı, iki önemli eksen üzerinde gelişmiştir. Bunlardan birincisi ulusal egemenlik, öteki de tam bağımsızlıktır...
Bu niçin önemli?
KAMU GÜCÜNÜ KİM KULLANACAK
Egemenlik erkinin gerek bireyin ve gerekse toplumların özgürlükleri ve iradeleriyle ne denli yakın ilgisi olduğunu insanlık, tarih boyunca tartışıp durmuştur. Konu, ilkel yaşamdan yerleşik toplumsal yaşama geçiş aşamasında bireysel özgürlüğün sınırlanması zorunluluğuna kadar indirilerek, değişik kuramlar ortaya atılmıştır. Bir görüşe göre; toplum yönetim biçimi ne olursa olsun, bir devlet yapısı içinde egemenlik erkinin varlığı kaçınılmaz bir gereklilik olduğuna göre, o egemenliğin gerçek sahibi ne monarşilerdeki krallardır ne de oligarşilerdeki seçkinler... Zira kamusal güç de diyebileceğimiz toplumsal irade, her bireyin doğuştan doğal bir özelliği olarak kendisine verilmiş olan bireysel iradenin, yani bir anlamda özgürlüklerin bir kısmından vazgeçmesiyle oluşmuştur. Yani her birey doğal yaşamın içine sınırsız biçimde özgür olarak gelir, ancak toplumsal yaşam adına bu özgürlüklerinin bir kısmından caymak zorunda kalır. Böylece her bireyin kendisine ait özgürlüğün bir kısmından caymasıyla, toplumda ne kadar birey varsa, o bireylerin sayısı kadar vazgeçilmiş özgürlükler bir havuzda toplanmıştır. Bu kamu gücüdür. Bu gücü kim kullanacaktır; temel sorun budur.
Monarşilerde bunu kral, kendisine bu hakkı tanrının verdiğini ve atalarından aktarıla aktarıla bugüne gelindiğini savunarak, egemenlik erkinin kendisine ait olduğunu söyler. Ancak bütün topluma ait olan bir hakkı gasp etmiştir. Oligarşilerde ise aynı savı, seçkin-elit zümre dile getirir ve kendileri dışındaki büyük çoğunluğun hakkını zorla elinden alır. Topluma ait olan bu vazgeçilmiş özgürlüklerden oluşan hakkı ancak cumhuriyetlerde halk, seçimler aracılığıyla kullanabilir.
Görülüyor ki egemenlik denilen erkin, bireysel özgürlüklerimizle doğrudan ilgisi vardır ve bunu bizler ancak cumhuriyet yönetimleriyle bizi temsil edenler aracılığıyla kullanabiliriz.
Ancak bunun sakıncaları yok mu? Ya da aksayabilecek ya da birileri tarafından yozlaştırılabilecek yönleri?
Elbette var.
OY HAKKI YETERLİ Mİ?
Toplum yeterince bilinçli değilse, seçimi yalnızca gidip oy verebileceği bir mekanizma olarak görüyorsa; işin özünde doğrudan kendisine ait bir hakkın, yine kendisi tarafından kullanmasında derin bir felsefi derinlik olduğunu bilmiyor ya da görmüyorsa... Üstelik yönetme mevkisinde olanlar, gerçekte halka ait olan bu yetkiyi binbir türlü alengirli oyunlarla halkın gözünü karartarak, görmesine engel olabiliyorlarsa, yani işin özünde bir toplumsal bilinç oluşmamışsa, böyle bir toplumda egemenlik halka ait bir güç olarak nasıl işletilsin?
Bu nedenle, cumhuriyetin sorunsuz biçimde işletilebilmesi için en bilinçli olması gereken kesim, toplumun kendisidir. O, Büyük Atatürk’ün dediği gibi egemenliğin kendisine ait bir hak olduğunun bilincinde olacak; bu hakkın, doğanın kendisine verdiği sınırsız özgürlüğünden vazgeçmesiyle kaybolmayacağını, ancak nitelik değiştirerek ulusa mal edildiğini bilecek; bu süreci işletebilmek için gerekli olan seçme hakkını onur ve namusu ölçüsünde değerli görecek ve duyarlı davranacaktır.
Bunu yapmazsa ne olur?
Yani hem kendisinin, hem çocuklarının, hem ailesinin ve giderek bütün bir toplumun geleceğini yakından ilgilendiren oyunu üç kuruş karşılığında pazarlarsa, ulusun ortak çıkarları için değil de bir siyasi eğilimin kendi ikbali ve geleceği için kullanırsa, o oyun gücü her ne kadar ise, kime hizmet eder? Ulusa mı; oluşun dışında toplumda odaklanmış başka güç merkezlerine mi?
Kaldı ki Türk ulusu, ulusal egemenliğini büyük bir ulusal savaşla elde etti. Kendi varlığını ortadan kaldırmak isteyen emperyalist güçlere ve içerdeki ihanet odaklarına karşı uzun ve kanlı bir savaş verdi. Tarihten yok olmanın eşiğine gelmiş bir ulus, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, ulusal varlığını koruyabildi; düşmanlarını ülkesinden kovdu. Egemenliğini ise ona o zamana değin efendilik edenler bahşetmedi; tam tersine ulus, kendi gücüyle ve zorla egemenliğini aldı ve kullandı. Ulusal savaşın daha ilk günlerinden bu yana ortaya çıkan özgür ulusal güçler ve onların karar verme yetisi, "egemenlik ulusundur" özdeyişine kadar gitti ve 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsünün arkasına bu söz yerleştirildi.
Bu savaşın tarihsel ağırlığı ortadadır. Bugün özgürlüklerimiz adına ne varsa, işte bu sihirli sözün o günden bugüne bize aktardığı hukukun ve giderek cumhuriyete dönüşen çağdaş sistemin sunduğu olanakların eseridir.
NAMUSUMUZ KADAR DEĞERLİ
Kimse kimseyi yanıltmasın.
Herhangi bir yurttaşın çıkıp da "Oy benim, istediğim biçimde kullanırım, kime ne?" deme hakkı, özgürlüğün bir parçası sayılabilir mi?
Bana göre kuşkulu... Çünkü o oy, yalnız onun değil, bütün ulusun yazgısını belirleyecek kadar güçlü bir etkiye sahiptir.
Rousseau’nun dediği gibi, efendisinden son derece memnun bir kölenin, köle kalmayı bir hak olarak görmesi nasıl olanaksızsa; ulusun ortak çıkarlarına hizmet etmeyen bir oyun da meşru olup olmadığı tartışılabilir.
O nedenle Büyük Atatürk’ün dediği gibi, ulusal egemenlik bizim her birimizin vazgeçilmiş küçük özgürlüklerimizin toplamından, ulusal bilinçle uzlaşma zemininde oluştuğuna göre, bu bizim onurumuz, namusumuz, şerefimiz kadar değerlidir.
Bunu hiç kimsenin ne idüğü belirsiz niyetlerine ve amaçlarına bırakamayız.
Bunu yapmazsa insanoğlu kendi onuruna, namusuna ve şerefine ihanet eder.
Bu insanlık soyuna karşı yapılacak en büyük ihanet ve zulümdür.