Ulusal Sinema’nın Yorulmayan Savaşçısı: Halit Refiğ
Halit Refiğ, yokluğunun üzerinden on yıl geçmesine karşın; üretimleri, hayata, sinemaya ve genel olarak sanata bakışı ve en önemlisi de duruşuyla unutulmadı, yaşıyor.
Ulusal Sinema’nın Yorulmayan Savaşçısı, 60’ların sonlarında başlayıp, neredeye 70’li yıllara yayılan Ulusal Sinema ile Sinematek tartışmalarının odağında bir yönetmen olan ve döneminin entelektüel birikimine önemli katkılar sağlayan Refiğ, ilk görüşmemizde, o günlerin revaçta kavramlarından olan “minimalist sinema” ile ilgili uzun uzadıya sorular sormuştu.
YENİ SİNEMA: YUKARIDAN AŞAĞIYA!
O günlerden pek de farkında olamadığımız; ancak bugün “yukarıdan şekillendirildiği” konusunda genel kanıya sahip olduğumuz “yeni” sinemayla ilgili ulaştığı sonuç, gerçekten önemliydi: “Bugüne kadar dünyada sinema ticaretine hâkim ülke ABD’dir. Amerika ile yalnız dünya pazarlarında değil, kendi ülkesinde de rekabet edemeyen Fransızlar alternatif bir yol açmışlardır. Sinemanın yalnızca bir endüstriyel eğlence ticareti olmadığını, ayrıca bireysel bir sanat eseri de olabileceğini savunurlar. Onlara göre yönetmenin en kısıtlı imkânlarla kendi iç dünyasını yansıtabildikleri, seyredeni kendi iç sıkıntılarına ortak edebildikleri ‘sanat’ filmleri, ‘auteur’ sineması örnekleridir. Fransa Kültür Bakanlığı himayesindeki Cannes Film Festivali, Fransızların bu düşüncesinin bir ödüllendirilme alanıdır. Burada yarışan filmlerde esas olan, yapıldıkları ülkelerin temel gerçekleri değil, filmin yönetmeninin yaşama bireysel bakışıdır. Bu yaklaşımın halkla buluşması, çok seyirci toplaması aranan bir şart değildir. Bu tarzın Türkiye’de de adından çok söz edilen temsilcilerinin olduğu malumdur.”
KARAMSAR BAKIŞ VE AYDIN TAVRI
Film yaptığı 1960’lı, 70’li yılları, dağıtımcı ve işletmeciler yoluyla seyirciden gelen talepleri karşılayabilecek filmler dönemi olarak ele alan Refiğ, kaleme aldığı ünlü “Ulusal Sinema Kavgası” adlı eserinin üzerinden geçen uzun yılların ardından, kuramına nasıl baktığını sorduğumuzda ise, yine bir durum tespiti ile söze giriyor ve umutsuz bir sonuca ulaşıyordu: “Bugün ulusalcılık revaçta olan bir düşünce ve davranış değil. Resmi kurumlarımıza ve toplumun seçkin kesimlerine hâkim olan düşünce tarzı keskin bir ‘Batıcılık’. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için temel amaç haline getirilmiş durumda. Bu duruma karşı koyan ve ulusalcı davranış gösterenler cezalandırılma yoluna gidiliyor. Böyle bir ortamda ‘Ulusal’ bir sinemanın varolması mümkün mü?”
Refiğ’in bu karamsar bakışı, vefatına sayılı günler kala Türkiye tarihine kara bir leke olarak düşen kimi davalarda kendisini iyice açığa çıkarmıştı. Ergenekon sürecinde oynanan oyunlara ilk karşı koyan ve dönemin önemli bildirisine imza atan aydınların başında yer alacak, haksızlığa uğrayanların sözcüsü olacaktı.
UMUT TÜRKİYE!
Refiğ, bir sinemacı olmanın dışında, bir düşünce insanı olarak da Türkiye’nin kültür birikimine önemli izler düşürmüştü. Görüşleri kimi zaman büyük fırtınalar koparsa da, entelektüel düzlemde yankı yaratmayı başarmıştı: “Dünyanın geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bu çerçeve içinde bir umut varsa o da bana göre Türkiye. Bunun nedenini, niçinini ‘Tek Umut Türkiye’ adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Kısaca şunu söyleyebilirim ki, genelde bütün sanatlarımız, özelde sinemamız, ülkemizin gerçeklerinden kaynaklandıklarında, çok özgün ve ilginç sonuçlara varabilirler. Genç kuşak kardeşlerime özellikle Batı’ya takılıp kalmamalarını, kendi ülkelerinin gerçeklerini kavramaya çalışmalarını öneririm.” Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.