Uluslararası hukuk İrini harekâtı eyleminde neden Türkiye'den yana?

Roseline A isimli Türk gemisinin, AB’nin meşruiyeti tartışmalı İrini harekâtı kapsamında aramaya tabi tutulması uluslararası hukuka birçok açıdan aykırı.

İstanbul’daki Ambarlı limanından demir alarak Libya’nın Misurata limanına boya malzemesi, gıda ve insani yardım malzemesi götürmek için yola çıkan “Roseline A” isimli Türk bayraklı ticaret gemisi, AB’nin meşruiyeti tartışmalı İrini harekâtı kapsamında 22 Kasım’da “Hamburg” adlı Alman firkateyni tarafından durdurulmuş ve aramaya tabi tutulmuştu. AB ve Türkiye arasındaki mevcut fay hatlarına bir yenisini daha ekleyen bu korsanvari baskın “açık denizde seyrüsefer serbestisi” ve “bayrak devleti rızası” ilkelerini ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda müttefiklik ilişkilerine gölge düşürüyor.

ULUSLARARASI HUKUK NE DİYOR?

Türkiye uluslararası sularda seyreden ve Türk bayrağı taşıyan, dolayısıyla kendi yetkisi altında olan ve kendi kanunlarına tabi olarak işlem yürüten ticari bir gemiye yapılan bu aramanın mevzuata ve teamüllere aykırı olduğunu savunuyor. AB yetkilileriyse söz konusu aramanın Libya’ya silah ambargosu kapsamında yapıldığını ve tüm prosedürün doğru bir şekilde takip edildiğini iddia ediyor. Bu kapsamda Almanya Savunma Bakanlığı Sözcüsü Christian Thiels, operasyon merkezi Roma’dan aldıkları emirle arama yaptıklarını ve 4 saat içinde aramaya itiraz edilmemesi durumunda bunun aramaya onay verildiği anlamına geldiğini ifade etmişti. AB’den söz konusu aramaya ilişkin yapılan açıklama da benzer yönde.

Uluslararası denizlerde deniz haydutluğu, yasadışı ve terörist faaliyetlere ilişkin Birleşmiş Milletler’in (BM) denizcilik hususunda ihtisas örgütü olan Uluslararası Denizcilik Örgütü bünyesinde (IMO) “Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Sözleşme” 1988 yılında imzalanmıştı. Türkiye de bu sözleşmeye ve 2005 protokolüne taraf bir ülke. Sözleşmenin 8. maddesine göre, deniz güvenliğinin tesisi için gemilerin durdurulup aranması hususunda, bayrak devletinin açık rızasının alınması gerekiyor. Öte yandan sözleşmeye göre, herhangi bir gemiye arama yapılabilmesi, 4 saat içinde bayrak devletinin buna izin vermesiyle mümkün. Ancak söz konusu 4 saat kuralı, taraf devletlerin IMO’ya bu uygulamayı kabul ve yetkili merci kıldıkları devlet kuruluşunu beyan etmeleri durumunda uygulanabileceğini öngörüyor.

Türkiye ise 8. maddede öngörülen IMO’ya bildirim uygulamasını hiçbir zaman yapmadı ve bu hususta herhangi bir yetkili merci de atamadı. Dolayısıyla bu 4 saat kuralının Türkiye’ye işletilmesi hukuken mümkün değil. Öte yandan IMO, 4 saat kuralını kabul edip etmeme kararını sözleşmenin tarafı ülkenin kendisine bırakıyor. Dolayısıyla Türkiye bu konuda IMO’ya herhangi bir bildirim yapmadığı için, İrini harekâtı unsurlarının Türk bayrağı taşıyan gemiyi araması uluslararası hukuka aykırı bir adım olarak addedilebilir.

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, 22 Kasım günü 12:30’da gemi, telsizden Alman firkateyni tarafından sorgulanıyor ve akabinde İrini Harekât Merkezi tarafından gemide arama yapmak için izin isteniyor. Türkiye 17:44’te gemiye arama izni verilmediğini merkeze bildirmesine rağmen, saat 18:00 civarında Alman firkateyninin silahlı ve teçhizatlı arama timi helikopterle cebren gemiye çıkıyor ve arama başlatılıyor. 15 saat süren aramaya, Türkiye’nin uyarıları ve tazminat talebi dahil tüm uluslararası hukuki mekanizmalarını harekete geçireceğine dair bildirimde bulunmasının ardından son veriliyor. Dolayısıyla AB unsurlarının bu uyarıların akabinde aramalarını durdurmak zorunda kalmaları, Türkiye’nin hukuki açıdan haklı olduğunu gösteren bir diğer durum.

AB’NİN BASKINI BMGK KARARLARI BAĞLAMINDA DA TEMELSİZ

Konuya ilişkin tartışmalı bir diğer husus ise Türk bayraklı geminin aranmasında referans gösterilebilecek ilgili Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarının bu olaydaki yeri ve geçerliliği. Öncelikle, bir konu hakkında ilgili BMGK kararları ve konuya ilişkin uluslararası bir sözleşme/anlaşma arasındaki ilişkinin hiyerarşik olmadığını söylemek mümkün. Ancak bir anlaşmazlık durumunda, tarafların bağlı olduğu bir uluslararası anlaşma veya sözleşme varsa ve aynı zamanda BMGK’nin bu konuya ilişkin özel bir kararı varsa, bu durumda lex specialis yani “özel norm genel normu ilga eder” prensibi gereğince, BM Şartı’nın yalnızca 7. bölümü altında alınan kararlar bağlayıcı oluyor.

Örneğin IMO’nun ilgili maddeleri gereğince, ticari gemiler ancak bayrak devletinin rızası dahilinde aranabilir; fakat BMGK’nin Libya’ya ilişkin aldığı 2296 sayılı karar gereğince, “karar tarihinden itibaren 12 ay süreyle (bu karar günümüze kadar 12’şer aylık sürelerle uzatıldı) üye ülkelerin kendi başlarına veya bölgesel organizasyonlar içinde, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle (UMH) koordineli bir şekilde, Libya’ya uygulanan silah ambargosunun kati surette uygulanmasını temin etmek için, gereksiz gecikme olmadan Libya açıklarındaki uluslararası sularda (açık denizlerde), Libya’ya veya Libya’dan silah ve benzeri malzeme taşıdığına ilişkin ‘makul şüphe’ bulunan gemileri denetlemek için yetkilendirildiğini” belirtiyor. Fakat yine aynı karar, denetime başlamadan bayrak devletinin onayının alınması için iyi niyetle çaba gösterilmesini ve bayrak devletinin de bu durumda iyi niyet içeresinde işbirliği yapmasını öngörüyor.

AB’nin İrini harekâtı kapsamında Türkiye bandıralı gemiye yapılan aramayla ilgili yaşananlara binaen yaptığı açıklamada Türkiye’ye bu karar hatırlatılıyor. Fakat buradaki “makul şüphe”nin gerekçeleri ve delillerine ilişkin bir temellendirme yapılmıyor; ne aramadan önce ne de yaşananlardan sonra. Dahası, aramayla ilgili kameralara yansıyan görüntüler de “işbirliği ve iyi niyet” göstergesinden uzak olunduğunu ortaya koyuyor.

“Makul şüphe” gerekçesi ve deliline ilişkin tatmin edici bir açıklama yapmayan AB tarafı, BMGK kararları ve ilgili deniz hukuku sözleşmesi kapsamında haksız tarafta yer alıyor

ARAMANIN ARKASINDA BAŞKA BİR NEDEN Mİ VAR?

Akdeniz’de en uzun kıyı şeritlerinden birine sahip olan Türkiye’ye ait bir ticari geminin uluslararası sularda AB unsurları tarafından hasmane bir tutumla aranması birçok açıdan problemli. NATO üyesi ve yıllardır AB üye adayı statüsünde olan Türkiye’nin bu ve benzeri temelsiz iddialara maruz kalması, müttefiklik ilişkileri açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Libya ve son olarak Dağlık Karabağ’daki pozisyonuna, bilhassa Yunanistan ve Fransa’nın karşı olduğu biliniyor. Ancak mevcut İrini harekâtı kapsamında Alman firkateynindeki askerlerin Türk gemisine helikopterle inmesi, ağır deniz şartlarında uzun süreli, sert müdahalelerle aranması ve ardından yapılan açıklamalar, Almanya’nın bu meselelerde arabulucu olabileceği yöndeki temennileri de zedeledi.

Ayrıca, bilhassa Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 Kasım’da “Geleceğimizi Avrupa’da görüyoruz” şeklindeki açıklamasının ardından böyle bir hadisenin yaşanması, iyi niyet göstergelerine de gölge düşürüyor. Önümüzdeki haftalarda gerçekleşecek AB Liderler Zirvesi öncesi Türkiye’yle yaşanan bu gerilim, akıllara “yaşananların siyasi bir saikle mi yapıldığı” sorusunu getiriyor.

NATO üyesi ve yıllardır AB üye adayı statüsünde olan Türkiye’nin bu ve benzeri temelsiz iddialara maruz kalması, müttefiklik ilişkileri açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor

TARTIŞMALI HAREKÂT

Bütün bunların yanı sıra, İrini harekâtı, BM'nin Libya'ya yönelik silah ambargosunun denetlenmesi için AB tarafından Akdeniz'de başlatılan tartışmalı bir operasyon. 2292 sayılı BMGK kararında, meşru hükümet olarak yer alan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile istişare ve izin zorunlu kılınmış olmasına karşın, bir şekilde başlatılan İrini harekâtı, taraflı ve yasa dışı bir operasyon olarak tepki çekiyor. Türkiye de tam da bu nedenle, bu harekatın amacının ve faydasının tartışmaya açık olduğunu ve ayrıca Libya’da darbeci General Halife Hafter’in lehine bir çifte standart uygulandığını ifade ediyor.

Sonraki Haber