Uraz Kaygılaroğlu ya da aşağılık adam kanlar içinde
Çeşitli medya mecralarında kadınların öldürülmesine yönelik şiddet içeren ya da şiddeti özendiren ifadeleri kınayışımız kadınların ayaklarından asıldığı bir mezbaneden mi gelecek? Şiddeti pornografikleştirdiğimiz bir çağda başları kesilen kadınlarla mı savunacağız kadınların haklarını?
"Feminizmin içindeki parçalanma ve feminizmin temsil ettiğini iddia ettiği kadınların paradoksal bir biçimde feminizme muhalefet etmeleri, kimlik siyasetinin zorunlu sınırlarına işaret etmektedir.” Judith Butler, Cinsiyet Belası isimli kitabında bu satırları yazmaktadır.
Sanat içindeki sembolizm yıllardır tartışmaya açık bir üretim biçimi olarak önümüzde durmaktadır. Gerek sanat eserlerindeki amacını aşan temsiller gerekse de toplumu kendinden soyutlayan varoluşları bakımından birçok eleştiriye mahzar olan bu konu yine zaman zaman karşımıza çeşitli vesileler ile çıkmaktadır.
URAZ KAYGILAROĞLU’NUN MEZBAHASI
Oyuncu Uraz Kaygılaroğlu’nun fotoğraf sanatçısı sevgilisi Sayna Soleimapour’un ‘Life in Plastic’ sergisi için verdiği pozlar sosyal medyada tartışma konusu oldu. Sergide yer alan fotoğrafların içinde Kaygılaroğlu, kadın bedeninin teşhir edildiği mezbahada erkek egemen bir kasap olarak karşımıza çıkıyor.
Serginin tanıtım metninde “Anne, baba, birilerinin başarılı çocuğu, arkadaşı, eşi, sevgilisi, sanatçı, işçi, beyaz yaka, ünlü, sporcu… Toplumun bize biçtiği rolleri, rollerimize biçtiği davranış kodlarını kurulu birer oyuncak bebek gibi oynadığımız birer kutudayız. Bu sergide kutudan sanatçı ile çıkmak senin elinde… Mavi hapı mı seçeceksin kırmızı hapı mı?” ifadeleri yer almaktadır.
Sergideki eserler genellikle kadın bedeni, annelik kavramı ve sosyal hayatta kadının varlığı üzerinden kurgulanmış. Sanatçı sosyal medya hesabında eserlerini anlatırken “Kadınlara yönelik şiddet olayları ve kadın cinayetlerinde, failin davranışlarını meşrulaştıran dilin kullanılması, şiddeti ve cinayetleri de meşrulaştırıyor. Dil değişirse toplum değişir.” ifadesiyle yarattığı tezattın farkına varamamış.
KADINLARIN HAKLARINI BÖYLE Mİ SAVUNACAĞIZ?
Sosyal yaşamda kadınların yaşadıkları zorlukları; tacize, baskıya zorbalığa vb. pek çok şeye maruz kaldıklarını hepimiz biliyoruz. Fakat bunun için nasıl bir adım atacağız? Feminizmin içine bilinçli olarak zerk edilen mor zehri bedenimize almak mı bizi bu belalardan kurtaracak? Peki kadınların ya da erkeklerin yaşadıkları acı verici olaylar sadece o cinsiyetle ilgili bir mesele midir?
Kadın ve erkeğin toplum içindeki birlikteliği, hayatı anlama ve kavrama konusundaki farklılıklarının yarattığı sentez toplumu bir arada tutan en güçlü harçlardan biridir. Herhangi bir yerde bir problemi gördüğümüzde problemin asli kaynağı olduğunu düşündüğümüz yapıyı eğer çözümün parçası haline getirmezsek bu sorunu kısır döngü içinde sadece ‘Muhalif’ olduğumuz için savunmuş olmaz mıyız?
Peki Soleimapour’un eserlerinde kadını mı savunuyoruz? Kadının vücudunun teşhir edilmesine yönelik eleştirilerimizi yine kadının bedenini teşhir ederek mi dillendireceğiz? Çeşitli medya mecralarında kadınların öldürülmesine yönelik şiddet içeren ya da şiddeti özendiren ifadeleri kınayışımız kadınların ayaklarından asıldığı bir mezbaneden mi gelecek? Şiddeti pornografikleştirdiğimiz bir çağda başları kesilen kadınlarla mı savunacağız kadınların haklarını?
Ne yazık ki feminizmin ülkemizdeki kavranışı bayağılaşmakta ve sadece söylem üzerinden yürümektedir. Evet ‘Dil değişirse toplum’ değişir fakat sanatçılar dili değiştirmekte en önemli görevlilerdendir. Sanatçı, kadınların haklarını eğer savunmak istiyorsa kadını sistemin dönüştürdüğü nesneye Walter Benjamin’in de ifade ettiği gibi ‘yeniden ve yeniden üreterek’ metalaştırmamalıdır. Zira bu söylev Anadolu’nun herhangi bir şehrinde yaşayan kadının dertlerine asla derman olamayacaktır.
KANALİZASYON BORULARINDAN FIŞKIRAN İLKKANLAR
Çok sevdiğim ‘Gibi’ dizisinin 5’inci sezonun 6’ncı bölümünü izlememin ardından gündeme bu konunun gelmesi birbiriyle o kadar eşleşti ki, fotoğrafları görür görmez hafızama ‘Aşağılık adam kanlar içinde’ cümlesi geldi. Gibi’nin bu bölümü de diğer bölümlerinde olduğu gibi toplumsal bir analizin doruk noktalarından biri olmuş.
Bölümde sevgilisi İlkkan tarafından zorbalığa uğramış Gülay Kavaklıoğlu isimli ressamımız içinde yaşadığı fırtınaları sanat eserine dökmüş. Ancak eserlerde İlkkan’ın bedenini çeşitli biçimlerde teşhir ederek ondan intikamını sanatıyla almış. Bu durum da ressamımızın içini soğutmayınca büyük bir sergi açarak bu resimleri diğer ‘sanatseverler’ ile buluşturmaya karar vermiş. Resimlerde İlkkan kimi zaman domuz kılığına bürünürken kimi zaman da kanalizasyon borularından fışkıran İlkkanlar olarak karşımıza çıkmış.
Bu iki olayı zihnimde birleştirince ‘Sanatçı eserinde ne anlatmak istiyormuş da ne anlatabilmiş acaba?’ sorusu yeniden gündeme geldi. Meramımızı anlatmamızda yüzyıllardır araç olarak kullandığımız sanat, sorunların yankılanmasında tıpkı Pablo Picasso'nun ‘Guernica’sı gibi çığlık olabilmektedir. Fakat Picasso'nun tablosunda yer alan Sembolizmin içindeki gerçeklik, katliamı öven bir dilin aksine bireyleri karakterlerinden soyutlayarak ‘onun kim olduğu önemli değil, önemli olan nasıl katledildiği’ temasını aktarmaktadır. Sanatçılar olarak bir meramımızı dile getirirken algılarda yaratacağımız etki, başta eleştirdiğimiz şiddeti öven medya unsurlarına dönüşmemelidir.
Son olarak Uraz Kaygılaroğlu’nun sosyal medyada gelen eleştirilerin ardından özür dileme erdemini göstermesi ve yanlıştan çok olmadan dönmesi de yerinde olmuştur.