Vahdettin’in yalanları

Sevr Antlaşması’nı kabul etseydik Osmanlı devleti Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmış yitik-bitik bir ülke olacaktı. Sultan Vahdettin de böyle bir ülkenin padişahı olarak tahtında oturmayı birkaç yıl daha sürdürecek, sonra gene ölüp gidecekti.

Sevr Antlaşması’nı kabul etseydik Osmanlı devleti Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmış yitik-bitik bir ülke olacaktı. Sultan Vahdettin de böyle bir ülkenin padişahı olarak tahtında oturmayı birkaç yıl daha sürdürecek, sonra gene ölüp gidecekti. Bu durumda örneğin Recep Tayyip Erdoğan hiçbir zaman bir devlet başkanı olamayacaktı

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, 1 Kasım 1922 tarihindeki oturumunda çıkarılan yasa ile Saltanat’a son vermiş ve bu tarihten itibaren Sultan Vahdettin, ülkeden ayrıldığı 17 Kasım 1922 tarihine kadar sadece “Halife-i Müslimin Mehmet Vahdettin” ünvanını kullanmıştır. Saltanatın kaldırıldığı gün Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf (Orbay) Bey’in önerisiyle, 1 Kasım tarihinin bayram olarak kutlanması kararlaştırılmıştı. İleride bu bayram, 23 Nisan Egemenlik Bayramı ile birleştirilecekti.

Bu gelişmeler üzerine 16 Kasım günü İngiliz komutanı Harrington’a yazdığı mektupta şöyle diyordu VI. Mehmet Vahdettin: “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i Fahimesine iltica, (yüce İngiliz devletine sığınıyor) ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara (başka yere) naklimi talep ederim efendim! 16 Kasım 1922.”

İngiltere talebi olumlu karşıladı. 17 Kasım sabahı Halife Vahdettin, beraberinde oğlu Ertuğrul, Başmabeyinci Ömer Yaver Paşa, Esvapçıbaşı İbrahim, Berberbaşı Mahmut, Tütüncübaşı Şükrü, İkinci Müsahip Cevher, Üçüncü Müsahip Hayrettin ağalarla, üç hizmetçi bulunuyordu. Yıldız Sarayı’nın Malta kapısından çıkarak otomobillerle Dolmabahçe rıhtımına inmiş, oradan da bindirildiği Malaya zırhlısıyla Malta’ya götürülmüştü.

Şehzadeliğinden itibaren İngiltere yanlısı olduğu için, Mondros’u takip eden dönemde de İngilizlerin ve Arapların kendisinin yeniden saltanat ve halifeliğe kavuşması konusunda yardımcı olacağına güveni tamdı. Oysa her iki konuda da kesin bir yanılgı içindeydi. Gerçekten de bir süre sonra, Mekke Şerifi Hüseyin’den bir davet alarak Mekke’ye geçmişti. Orada bir bildiri yayımlayarak “Saltanat ve halifeliğin birbirinden ayrılmasının doğru olmadığını” savundu. Ancak bu bildiri İslâm dünyasında beklediği etkiyi yapmadı. Zira Şerif Hüseyin artık Kral Hüseyin olmuştu, Saltanatını kaybetmiş olan Vahdettin’den halifeliği devralmaya çalışıyordu.

Bu gösterişli davetlerin ve şirin görünme gayretlerinin arkasında yatan buydu ve Vahdettin de durumun farkına varmıştı. Oysa halifeliği bırakmamakta ısrarlı görünen Vahdettin’in bu konudaki bildirisinin Arap topraklarında yaygın bir şekilde duyurulması, Hüseyin’in işine gelmezdi. Bildirinin beklenen sonucu vermemesinde bu gerçek de rol oynamıştı. Sonuçta İtalya’ya dönüp San Remo’ya yerleşmiş ve 1926’da orada ölmüştü.

MEKKE BİLDİRİSİ’NDEKİ MUSTAFA KEMAL PAŞA

Halife Vahdettin, 1923 Şubat’ında Mekke’de yayımladığı bildiride özellikle aşağıdaki noktalara değiniyor, İstanbul’dan ayrılması konusunda kendini savunurken Mustafa Kemal’i suçluyordu. Şimdi bu savunmasında dile getirdiği hususlara tek tek yanıt verelim:

“Bize Sevr’i dayatıp 24 saat süreniz var, dediler. Ben de vakit kazanmak için antlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm. Nasıl olsa onay aşamasında önüme gelecekti. Nitekim Sevr Antlaşması’nı tasdik etmedim.”

Halife Vahdettin bu yanıtı vermektedir ama söylediği gerçek değildir.

Devlet 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak teslim olmuş, böylece kendisinin de onayıyla Boğazlar açılarak düşman İstanbul’a gelmiş, şehir işgal edilmiş, kendisi fiilen “Sarayında oturmasına izin verilen bir esir” konumuna gelmiş, bütün Akdeniz, Ege ve Marmara bölgeleri işgal altına girmiş, ordular dağıtılmış. Böyle bir durumdayken, Sevr’e onay verseniz ne olur vermeseniz ne olur? Kaldı ki sizden onay talep eden mi var ki?

Gerçekten de Sevr Antlaşması’nı padişahın onaylamış olmasının veya olmamasının hiçbir kıymeti yoktu. Sevr 10 Ağustos 1920’de, hükümetin yetkili kıldığı heyet tarafından Paris’te imzalanmıştı. Sevr Antlaşması hükümleri kaleme alınırken, Ege bölgesine Yunan’ın çıkarılacağı belli olmuştu. Sırf buna dayanarak Yunanistan, Sevr’in heyetimiz tarafından imzalanmasından 15 ay önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıkmıştı bile. Nasıl olsa bölge ona verilmişti... Yani “Bakalım Padişah bu antlaşmayı onaylayacak mı” diye bir soru veya “şekil şartı” mevcut değildi. Güçlü olan onlardı ve bu gücü zorla kullanıyorlardı.

“Hareketlerimde şahsî fikirler ve duygularımdan ziyade, daima kamuoyunu veyahut direnilmesi mümkün olmayan diğer faktörleri esas aldım. “Kemalciler”in İstanbul’da nüfuz kurmalarını sağlayan Tevfik Paşa hükümetinin yaptıklarına da ses çıkarmadım. Ta ki Saltanatın Hilafetten ayrılması ve başkentin Ankara’ya nakline kadar. Birincisine, Şer-i şerife kesinlikle aykırı ve vekili bulunduğum Peygamber Efendimiz Hazretleri’nin haklarından feragati içerdiği, ikincisine ise hilafeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir dayanaktan mahrum eylemek demek olduğu için karşı çıktım.”

VAHDETTİN’İN AÇIKLAMALARI

Halife Vahdettin yukarıdaki ifadesinde, saltanatın hilafetten ayrılmasına kadar sanki bir sorun yaşanmamış gibi bir tavır sergiliyor ki, bu da doğru değil.

Ankara’da açılan bir Meclis’e dayanarak millet istiklali için bir mücadeleye girişmiş, tarihin kaydetmediği zorluklara rağmen bağımsızlığı için varını yoğunu ortaya koyarak savaşırken, bu hareketin liderlerini idama mahkûm ettidiğini, bu kutsal direnişe “fitne fesat hareketi” gözüyle baktığını, Anadolu’nun direnişini bastırabilmek için onlarca iç isyan çıkarttırdığını ve hatta üzerlerine “İslâm Ordusu” adı altında birlikler gönderdiğinden söz etmiyor.

Ankara Hükümeti’ni gayrimeşru ilân ettiğini, onu tanımadığını hatırlamazdan geliyor. Son olarak, tam da Lozan görüşmeleri öncesinde, ülkede sanki “iki başlı” bir yönetim varmış görüntüsünün bu müzakerelere verebileceği zararı ya göremiyor ya da görmezden geliyor.

Halife Vahdettin Mekke Bildirisi’nde ayrıca şu görüşlere de yer veriyor:

“Bu gibi aşırı ve mecnunane arzularına tabi olmadığım için bana vatana ihanet iftirasında bulunanların bilmesi gerekir ki, dünyanın en büyük makam ve mansıbı olan Hilafet ve Saltanat makamında fiilen ve ecdadından gelen bir hak olarak oturan bir hükümdarı vatana ihanet gibi alçakça bir suça sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan, huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım.”

“İstanbul’dan ayrılmam, hesap verememekten dolayı değildir. Hiçbir kanuna tabi olmayan insanlar elinde savunma ve söz hakkı yasaklanmış bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye atmak gibi İlahi emrin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak, hem de şan sahibi müvekkilimin (Peygamber Efendimiz’in) sünnetine uymak için hicret ettim.”

“Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan ayırıp değiştirerek bu Muhammedî saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslâm alemine ihanet etmişlerdir.”

“Hilafet meselesinin halli 300 milyonluk İslâm âlemine düşecek bir büyük meseledir. Dolayısıyla şimdi ben Hilafet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kesinlikle kabul etmeyerek hakkımda reva görülen iftiraları, onları yakıştıranlara büyük bir nefretle red ve iade ederek, memleketin ırk ve din ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hakim olmasını isteyen müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlub edilemeyeceğine dair kuvvetli bir imanla sevgili vatanıma dönünceye kadar ıtır kokulu toprağının ezelden müştakı olduğum Haremeyn-i Şerifeyn’de ve şimdilik Beytullah’ın civarında vakit geçiriyorum.” (Sultan Vahideddin’in 1923’te Mekke’de Yayınladığı Beyannamesinden.)

YİTİK BİTİK BİR ÜLKE

Bu açıklamasıyla Halife Vahdettin kendisini savunma gayreti içindedir ama anlattıkları gerçeği yansıtmamaktadır.

Eğer bir “Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin” olarak Osmanlı tahtına oturduğu tarihe, yani 4 Temmuz 1918’e dönersek, Osmanlı devleti ne durumdaydı, ona yeniden ve yakından bir daha bakalım: Osmanlı devleti çeşitli cephelerde mücadelesini sürdürüyor olmakla birlikte savaş bütün cephelerde aleyhimize gelişiyordu. İmparatorluğun elimizden çıkacağı belli olmuştu. Sadece Anadolu’nun ne olacağı henüz kesin olarak belli değildi ama, önceden imzalanmış olan Sykes-Pico ve St. Jean de Maurienne Antlaşmaları bu konudaki ipuçlarını veriyordu.

En sonunda imzalamak zorunda kaldığımız Sevr Antlaşması’yla ise, Osmanlı devleti Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmış, denizlerini, limanlarını kaybetmiş, doğusunda Ermenistan, güneydoğusunda Kürdistan, batısında Yunanistan’ın yer aldığı; geçmişten gelen kapütilasyonlarla sömürge durumuna düşürülmüş ve geçmişten kalan milyonlarca altın borç-harç içinde yüzen; İstanbul-Sivas arasında 15-20 ilden ibaret, yitik-bitik bir ülke olacaktı.

Sultan Vahdettin de böyle bir ülkenin padişahı olarak İstanbul’da tahtında oturmayı birkaç yıl daha sürdürecek, sonra gene ölüp gidecekti... Arkasında, tahta çıkmak için sırasını bekleyenleri bırakarak.

Bu durumda örneğin Recep Tayyip Erdoğan hiçbir zaman bir devlet başkanı olamayacaktı... Daha mı iyi olurdu, olmazdı, o bu yazının konusu değil.

Sultan Vahdettin, Cumhuriyet rejiminin getirdiği hiçbir sosyal reformu da yapamamış olacağı için, bizler de bugün yaşamımızı tamamen cahil bırakılmış bir ümmet olarak sürdürüyor, olacaktık.

İyi ki Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da başlatılan kutsal direniş başarıya ulaşarak Sevr’i yırtıp attı ve yerine Lozan’ı kabul ettirdi de, yeniden tüm Anadolu’yu kapsayan Anavatanımıza kavuşmuş olduk.

Sonraki Haber