Yazar Faruk Duman ile 'Sus Barbatus!' üzerine: Umut da umutsuzluk gibi bulaşıcıdır
‘12 Eylül öncesi yaşananlar, buradaki dostlarımızın anıları, acıları, emekleri ve yaşam mücadeleleri ve güçlü bir masal geleneği ile doğa...… Bunlar beni her zaman yazmaya iten şeylerdir.’
Uzun zamandır Türk edebiyatında hem özüyle hem de biçemiyle beni bu derece heyecanlandıran bir romana rastlamadım desem yeridir. Faruk Duman yazınını takip eden biri olarak her Sus Barbatus! cildine büyük bir merak ve korku ile başladım. Çünkü yazarımız büyük işe soyunmuştu ve bir yerlerde tökezleyecek mi diye hep kuşkulandım. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi, hatta her cilt bir öncekini aşarak ilerledi. Sonunda çağdaş Türk edebiyatımız onu yükseltecek bir basamak daha kazandı. Anlatıcılığa getirdiği güçlü soluk, ilham aldığı Anadolu coğrafyasına attığı umut dolu bakış ve ince ince nakşettiği doğa-insan ilişkisi betimiyle Faruk Duman, Türk edebiyatımızdaki meşaleyi ileri taşıyor. Biz de yazar Faruk Duman’la Sus Barbatus! üçlemesi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
- Sus Barbatus üçlemesi geçtiğimiz günlerde çıkan son kitapla tamamlandı. Yaşar Kemal’den sonra bu tür üçlemelere hem biçimsel anlamda pek rastlanmıyordu hem de anlatı gücü zayıflamadan bu hacimde bir hikâye anlatısıyla karşılaşmıyorduk. Sus Barbatus’la kendi yazın çizginizde ve çağdaş edebiyatımızda nasıl bir şeyi başarmayı hedeflediniz?
Yazmak istediğim öyküleri büyük bir yapıta dönüştürmek istiyordum, yani, bir bakıma, yazdıklarım kendi içinde bir başyapıta doğru aksın, ben de yaşamımın bu dönemini adadığım bir roman yazayım… Böyle düşünüyordum. Bir roman yazmak, bir anlamda insanı araştırmaktır. Bir inceleme gibi. Örneğin, Sefiller’de, o dönem Fransasının karakterini görebilirsiniz. Hugo, değişik sınıflardan insanlar sunar bize. Aynı biçimde, Balzac’ta, karakterler aracılığıyla toplam davranış biçimlerini de görebilirsiniz. Bu, bununla birlikte toplumsal sistemin nasıl işlediğini de gösterir. Stendhal’in romanları da tarihsel belgelerle edinemeyeceğimiz bilgiler verir. Ben de tanıdığım bazı çevreleri sunmak istiyordum. Sus Barbatus!’a başlamadan önce, birkaç yıl, bütün o olayları nasıl anlatmam gerektiğini düşünüştüm.
- Sus Barbatus üçlemesinin doğayla bütünleşmiş, perçinlenmiş bir tarafı var. Hikâye geçtiği mevsimin rengini alıveriyor sanki. Zaman zaman insanı kıstıran bir doğa ile karşılaştığımız gibi onu özgürleştiren bir yan da seziyoruz bu anlatıda. Doğanın içinde barındırdığı zalimlik de merhamet de kitabın karakterlerinde vücut buluyor. Faruk Duman yazının belki de en belirgin özelliği doğa-insan arasındaki ilişkiyi derinleştirmesi ve doğayı insana giydirmesidir. Eserlerinizdeki bu doğaya yaslanan omurga hangi kaynaklara dayanıyor, nasıl oluştu?
Bu zaman içinde benim yazma biçimime dönüştü. Başlangıçta, doğa karşısında büyülenmek, doğal ortamlar içine mutlu olmak gibiydi. Yani bir bakıma, istediğim sıklıkta gidemediğim doğayı defterlerime kendim getiriyordum. Bundan sonra, doğa betimlemelerinde derinleşme başladı. Tekrardan kaçınarak, dilin esnekliği ve akıcılığı ile müziğe ulaşan bir anlatma biçimi. Bir noktadan sonra, dilin olanaklarının sınırsız olduğunu görüyorsunuz.
- Sus Barbatus üçlemesinin hikâye anlatısının kadim köklere uzandığı, Dede Korkut, Köroğlu gibi masalsı gelenekten ilham aldığı anlaşılıyor. Bunun yanında aslında otuz yıl öncesini, 12 Eylül gibi neredeyse herkesin yaşamına dolaylı ya da dolaysız temas etmiş gerçek bir tarihsel dönemi temel alıyorsunuz. Masalsılık hatta yer yer fantastik diyebileceğimiz anlatı özelliklerini gerçeklik ile harmanlamak sizin için ne ifade ediyor? Gerçekçilik ve masalsılık sizin edebiyatınızda nasıl konumlanıyor?
Yani aslına bakarsanız çok uzun konuşulabilecek bir konu bu. O nedenle verilecek yanıtlar da sınırlı olacaktır. Bence, bir yapıtı gerçekçi kılan, okura anlatmayı seçtiği ana olaylardır. Örneğin, Orhan Kemal’in bir öyküsü vardır, dolmuşa biner, parayı verdiğini sanır, yol boyunca para üstü bekler… Oysa şoföre uzatmamıştır parayı… Burada bizim gerçek yaşamımızla ilgili, hepimizin hemen gerçeklerle yorumlayabileceği bir olay anlatılır. Ama dil yalnızca olay aktarmaz. Çağrışım aktarır. Örneğin, dolmuş o sırada yoğun bir sisin içinden geçse, bu güçlü, masalsı, dilsel bir çağrışımdır… Ben bütün bu unsurları kullanabildiğim ölçüde çeşitlendirerek kullanmaya çalışıyorum. Kısaca, böyle aktarabilirim.
- Sus Barbatus üçlemesi için bir 12 Eylül romanı diyebiliriz, ancak onu diğerlerinden ayıran şey sanıyorum 12 Eylül’ü kentten kıra taşıması ve hatta pek de aklımıza gelmeyecek bir mekâna bir kuzeydoğu köyüne taşıması. 12 Eylül’ü anlatmak için mekân olarak neden Artvin’i seçtiniz?
Ben Sus Barbatus!’u, Artvin’deki köyü gördükten sonra yazmaya karar verdim. Çünkü, anlatılan olayların içeriği bir yana, oradaki coğrafya, benim için, benim alışkanlıklarım ve doğaya yatkın kalemim için, sözcüğün tam anlamıyla, “biçilmiş kaftan”dı. Doğanın dönüşümü, görkemi, ağaçlar uzayıp evlerin üstünde egemenlik kurmuştu. Yağmur, aynı biçimde, burada bir anlamda doğa sözü ele geçirmiş oluyor. Ben bu olayları ancak bu biçimde yazabilirdim. Burada amaç politik bir roman yazmak değildir. Ama iki şey vardı; 12 Eylül öncesi yaşananlar, buradaki dostlarımızın anıları, acıları, emekleri ve yaşam mücadeleleri ve güçlü bir masal geleneği ile doğa… Bunlar beni her zaman yazmaya iten şeylerdir.
- Tarihsel olarak büyük dönüşümlerin gerçekleştiği, kapitalizm sarmalının insanları modern şehirlerde giderek boğduğu, dijitalleşmenin sosyal yaşamlarımızı elimizden aldığı ve insanı yalnızlaştırıp yabancılaştıran bu dönem, yazarların da karamsar bir ruh hali içine girmesine, üretimlerini nihilist bir perspektifle ele almalarına neden oluyor. Sus Barbatus üçlemesiyle siz, tam tersi bir tavır alıyorsunuz sanki. Özellikle Sus Barbatus 3’te yeşeren umut ve mücadele vurgusu ön plana geçiyor. Sus Barbatus1’de dondurucu kara kışa dahi direnen bir insan figürü vardı, Sus Barbatus3’te ise mücadeleci kalabalık ile karşılaşıyoruz. Bu “umut” vurgusunu biraz açıklayabilir misiniz?
Bu o dönemin devrimci coşkusundan kaynaklanıyor. Ben de açıkçası gerçek edebiyatın toplumu ilgilendiren, ona bizim şu dünyamızla ve ülkemizle ilgili hikâyeler anlatan bir şey olduğuna inanıyorum. Umutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır. Ama umut da öyledir.