Yeni Anayasa Tartışmalarında Altı Ok nerede?

Bugünlerde tekrar “yeni anayasa” tartışmaları başlatıldı. Her ne kadar Türkiye gündeminin can alıcı sorunları yanında bu tartışma aciliyet bakımından çok gerekli değilse de, yeni bir anayasanın Altı Ok açısından ve Altı Ok için nasıl olması gerektiğine değinmek bakımından bir fırsat yarattı.

1937 yılının şubat ayının beşinci günü Altı Ok, 1924 Anayasası’na girmiş, Altı Ok böylece Cumhuriyet’in Anayasasında yer almıştı. Bu yüzden “5 Şubat”, Cumhuriyet tarihinde bir yıldönümü olarak önemlidir.[i]

Bugünlerde tekrar “yeni anayasa” tartışmaları başlatıldı. Her ne kadar Türkiye gündeminin canalıcı sorunları yanında bu tartışma aciliyet bakımından çok gerekli değilse de, yeni bir anayasanın Altı Ok açısından ve Altı Ok için nasıl olması gerektiğine değinmek bakımından bir fırsat yaratmış bulunuyor. Bu nedenle Altı Ok’un 1937’de neden Anayasa’ya girdiğini, Altı Ok’un neden Cumhuriyet ve bağımsızlığımız için bir ihtiyaç olduğunu ele alacağız.

ALTI OK NEYDİ VE NEREDEN GELMİŞTİ?

Program ilkeleri olarak Altı Ok, temelinde ideoloji olan bir dizi yol göstericidir. Her bir “Ok” ayrı bir önemdedir. Bu ilkelerin sırası bile gelişigüzel ortaya çıkmamıştır. Birbirlerini takip ederler, birbirlerini tamamlarlar. Birinin eksikliğinde diğerleri anlamsızlaşır, işlevsizleşir. Hiç birinden vazgeçilemez!

İlkelerin hepsi diğerlerini gerektirir ve aynı zamanda onların yolunu açar. Devrimler cumhuriyetlerle sonuçlanır, cumhuriyetler hükümran ve bağımsız olmak zorundadır, bağımsızlık gelişmelerin olmazsa olmazıdır, gelişmeler devletle olur, devlet gelişme için eğitime ihtiyaç duyar, eğitim bilimsel olmalıdır, bilimsel olması laiklikle mümkündür, eğitim laik olmazsa toplumsal bir yarar sağlamaz vb.

Altı Ok’un her birinin tarihimiz içinde yeri vardır. Hem dış dünyadan alınmışlar, hem de kendi toprağımızda filizlenmiş ve yeşermişlerdir. Bazıları Osmanlı feodal sisteminin karşıtı programın unsurlarıdır. Bu yüzden Altı Ok’un tarihi 19. yüzyıldan başlar, zaten “Ok”lar demokratik devrimlerin ürünleri, modernitenin ve çağdaşlığın kavramlarıdırlar.

Cumhuriyet, 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılmasıyla kurulmuştu, millet egemenliği saltanatın yerini almıştı. Ama Cumhuriyet, bu biçimsel değişiklikten ibaret değildi; gerilik, eski olanlar, feodal ilişkiler ve Orta Çağ kurumları tasfiye edilecek, tarihe mal olacaktı.

Milliyetçilik, o günlerde ve yıllarda bir milletin yaratılması ve emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verilmesiydi. Bizdeki kökü Jön Türkler hareketindeydi. Avrupa’da ise milli devletlerin ideolojisiydi.

Kökleri Kurtuluş Savaşında bulunan Halkçılık,13 Eylül 1920’de “Halkçılık Programı” olarak Mustafa Kemal’in imzasıyla Bakanlar Kuruluna “Anayasa tasarısı” olarak sunulmuştu. Bu program, 1921 Anayasası’nın ön metnidir. Rus Narodniklerinden esinlenilmiş, Sovyet Devriminden alınmıştı.[ii]

Devletçilik, devlet uygulaması olarak kökünü Osmanlı idari yapısından almakla birlikte, 19. yüzyılın sonunda Büyük Devletlere karşı korunma güdüsüyle önem kazanmış, 20. yüzyılın 20’li yıllarından sonra da dayatan öznel ihtiyaçlardan ve topludurumdan (konjonktürden) kaynaklanmıştı. Türkiye’de devletçilik, kamu girişimlerinin belirleyiciliği ile plandı.

Laiklik, esas olarak Aydınlanma mücadelesinin ürünü ve sonucuydu. Yeni Osmanlılardan başlayarak Türkiye tarihinde kendine bir yer bulmuştu. Jön Türklerin elinde siyasal mücadeleye girdi. İslam dünyasında bir ilkti.

İnkılapçılık ise, yapılan pratiğin, yürütülen mücadelenin siyasal adıydı. Programın nasıl gerçekleştirileceğini göstermekteydi. Atatürk’e göre “inkılapçılık”, Cumhuriyet’in yaptığı işlerdi. Çıkış noktası, isyandı. Açıklanması, “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutku”ydu.

Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri Büyük Fransız Devriminin ilkeleriydi. Halkçılık ve devletçilik ise, Sovyet Devriminin etkisi sonucuydu. Ayrıca devletçilik aynı zamanda 30’lu yılların başında dünyasal ekonomik durumun ortaya çıkardığı bir ihtiyaçtı (29 Ekim 1929 günü ”Kara Cuma” ile başlayan “1929-30 Ekonomik Krizi” dünyanın her yerinde bu yönde değişik önlemler alınmasını gerektirmişti.)

İnkılapçılığın, sözü edilen her iki devrimin birlikte getirdiği bir ilke olduğu genel kabul görür.

ALTI OK, HANGİ DÖNEMDE, NEREDE VE NE İÇİN GEREKLİ?

Altı Ok’un her bir ilkesi, yalnız o günlerin ihtiyaçlarını karşılayan siyasetleri ifade etmiyordu, aynı zamanda sonraki, hatta bugünkü sorunlar için de bir önlemdi, çareydi, çözümdü ve geleceğe yönelikti. Bir bütün olarak Cumhuriyet’in teminatıydı. Altı Ok, “Türk Devriminin ve anayasasının esaslarını” özetlemekteydi, olmazsa olmazdı. Nitekim, yakın tarihimizde geriye atıla atıla unutulmaya yüz tutmuş Altı Ok, 20. yüzyıl biterken hatırlanacak ve Cumhuriyet’i yeniden kazanmak için savunulacaktı. Cumhuriyet’e karşı Osmanlıcılık, bağımsızlığa karşı Batı’ya teslimiyet, halkçılığa karşı şirketler-holdingler hakimiyeti, devletçiliğe karşı özelleştirmeler, laikliğe karşı tarikatlar ve irtica, inkılap yerine karşıdevrimcilik için sarılınması gereken politikalar olacaktı. Çünkü Altı Ok’un her bir ilkesi zıddına dönüşmüştü.

Elbette, önce CHP içinde olmak üzere Altı Ok karşıtlığı ortaya çıkmıştı. Zaman geçtikçe karşı çıkışlar temellendirildi. 20. yüzyılın sonuna doğru, CHP’nin bayrağından çıkarılması söz konusu değildi ama program olarak anlamsızdı, terk edilmişti. Altı Ok’a karşı olanlara göre, Oklar “eskimiş”ti, artık kullanılamazlardı!

Üstelik, Altı Ok, bugünkü ABD merkezli küreselleşen dünyada yalnız Türkiye’nin ihtiyacı ve gerekli programı değildir, ulusal devletlerin yıkıma uğratılmak istendiği bu yaşadığımız süreçte bütün ezilen dünyanın, bütün sömürülen ülkelerin de ihtiyacı olan programdır. Altı Ok, aynı zamanda, emperyalizmin baskısına ve saldırısına karşı ayakta kalmanın, emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın programı olarak mazlumlar dünyası, hatta bütün dünya için evrenseldir!

“ALTI OK”, DEVRİM, BAĞIMSIZLIK, CUMHURİYET VE GELECEK İÇİN!

Altı Ok, CHP’nin parti olarak programıydı. CHP devrimin partisiydi ve Cumhuriyet bakımından kurucu partiydi. Devrimi ve Cumhuriyet’i savunan, koruyan, bunların güvenliğini sağlamaya yönelen bir programı olması doğaldı. Ancak devrimin, Cumhuriyet’in, bağımsızlığın gelecekleri de güvenli olmalıydı.

Altı Ok’un Türkiye için bir program olması dolayısıyla bütün toplum Cumhuriyet’e göre yetiştirilecek, biçimlendirilecek, Cumhuriyet’e hizmet edecek, bu yüzden de Cumhuriyet’i benimseyecek ve savunacaktı. Eğitim, felsefe, hedefler ona göre ve onun içindi. Altı Ok, bunların temeliydi.

Ama Altı Ok, CHP’nin, bir partinin programıydı. Altı Ok CHP’nin programı olduğu zaman tek parti vardı, ve tek parti düzeninden çıkış çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Altı Ok zihniyeti nasıl bütün toplum içinse, kamu, siyaset ve devlet için de aynı şekilde olmalıydı. Oysa tek parti düzeninden çıkıldığında, ki öyle olacağı düşünülüyordu, başka partiler de olurdu, olacaktı. Peki o zaman devrimin, Cumhuriyet’in, bağımsızlığın, geleceğin teminatı olan Altı Ok’u benimsemeyen partiler, ve dahası, iktidarlar olursa her şey tehlikeye girmez miydi? Toplumun Cumhuriyetçi olarak yetiştirildiği ve yapıldığı yerde siyasal hayat bunun dışında tutulabilir miydi?

Altı Ok, hem Türkiye için, hem de Cumhuriyet için bir programdı. Türkiye siyasal partilerinin hepsi için olması gereken ilkeleri bir araya getirmişti. Cumhuriyet, kalıcı olarak düşünülen ve olması gereken bir rejim olduğuna göre, gecici olmadığına göre, partiler dahil bütün Cumhuriyet unsurları Altı Ok’a bağlı olmalıydı.

Bu düşünceler yönetici kadrolar için sorundu. Ancak önder, Altı Ok’u benimsememenin ve ona karşı olmanın çözümünün esas anlayış, temel felsefe ve birinci yasa ile çözülebileceğini biliyordu. Bu, Altı Ok’a karşı olmanın önlenmesi ve yasaklanmasıydı. Ve bu anayasa hukuku kapsamında, en yüksek düzeyde olacaktı. Böylece Altı Ok CHP’nin tekelinden de çıkarılmış, bütün düzene ve yapıya nüfuz etmiş bulunacaktı.

Atatürk’ün düşündükleri sırası geldikçe gerçekleştirilirdi.

Altı Ok, önce partiye, CHP’ye malolmalı, CHP’nin kan dolaşımına girmeli, CHP Altı Ok’suz bir parti olamayacağını kavramalıydı.

“MÜLTECİ” PROF. HIRSCH YA DA ALTI OK ANAYASADA OLMALI!

CHP Genel Sekreteri Recep Peker[iii], Kemalizm demek olan Altı Ok’un 1935 Mayısında ülkenin bütün okullarında öğretilmesini ister. Bir itiraz da yoktur, zaten ona göre Kemalizm “bir kültür ve inanç birliği”dir ve bu anlayış yönetimde genel olarak paylaşılır durumdadır. Altı Ok, hem programdır, hem de dolaşıma sokulmuştur. Ancak gizlenmiş ve görünmeyen bir sorun vardır. O sorun, Cumhuriyet’in güvenliğinin nasıl sağlanacağı ve bunun için Altı Ok’un nasıl hep ve herkes için geçerli olacağıdır.

1936 yılı başında, Ankara’da Hukuk İlmini Yayma Kurumu’nda “Devletçilik ve Ticaret Hukuku” konulu bir konferans verilir. Konferansı veren Alman hukukçu Profesör Ernst Eduard Hirsch’tir.[iv] Konuşmacı sözü edilen konferansında Yargıtay kararlarını konu edinmiş, iki Genel Kurul kararını eleştiriye değer bulmuştur. Çünkü, söz konusu kararlarda mahkemenin, o tarihte yürürlükte olan 1926 tarihli Ticaret Kanunu’nun satış özgürlüğü ile ilgili iki hükmünün sorunlu olduğunu düşünmektedir. Sanki özgürlük sınırsızlık anlamına gelmektedir. Bunun için çok sonraları belirlemelerini şöyle açıklayacaktır: “Her iki kararda da yazık ki devletçilik ruhunun eksik olduğunu görmekteyim; yani konferansımda sözünü ettiğim ve bu özgürlükleri de sınırlayan sınırlar dikkate alınmamıştır.”[v]

İlgiyle izlenen konferans sonrasında bazı milletvekilleri Yargıtay üyesi bazı yargıçlarla konuşur ve neden Prof. Hirsch’in gösterdiği yolu izlemediklerini sorar. Yargıçların yanıtları, “Türkiye’de tek parti sistemine rağmen, Anayasa’nın 54. Maddesinde yargıcın bütün dava ve kararlarda yalnızca kanunla bağlı olduğunu belirten hüküm” bulunduğudur. Yani partinin programındaki konular kanun gücünde değildir, dolayısıyla yargıçları bağlamaz, bu yüzden de Altı Ok’un ilkeleri (burada kasıt “Devletçilik”tir, ama diğer Ok’lar da hukuken ve fiilen aynı durumdadır) adalet mekanizması kapsamında değildir ve bağlayıcı olarak görülemez.

Cumhuriyet kadroları için ışık yanar. Altı Ok, Anayasa’ya girecek, ihtiyari değil, mecburi, tercih konusu değil, bağlayıcılık özelliğinde ve hukuk temelinde olacaktır.

Bu değerlendirmeler ve Prof. Hirsch’in neden olduğu tartışmanın esini ile birkaç hafta sonra Recep Peker, CHP Genel Sekreteri sıfatıyla yaptığı bir açıklamayla Altı Ok’un, Anayasa’da değişiklik yapılarak anayasa metnine ekleneceğini bildirir. Nitekim “3 Şubat 1937 tarihli ve 3115 sayılı kanunla” bu gerçekleştirilir ve Anayasa’nın 2. Maddesine “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır” ibaresi eklenir (5 Şubat 1937). Böylece, iktidar partisinin altı ilkesi devlet hukukuna uygun biçimde Anayasa ilkesi haline gelmiş ve dolayısıyla herkes için bağlayıcı nitelik kazanmıştı[r].” Prof. Hirsch, sonradan yazdığı kitabında, kendisi için onur saydığı bu durumu şöyle anlatacaktır: “... farkına bile varmaksızın, Türk Anayasa Hukukunun bir özelliğine katkıda bulunmuş oldum.”

Ancak bu, anayasa ile ilgili ve anayasa hukukuyla sınırlı bir durum olmanın çok çok ötesindedir. Hirsch bunu şöyle açıklıyor: “... devlet hayatının yürütülmesinde yol gösterici ve bağlayıcı nitelik taşıyan belli ilkelerin [Anayasa’ya] konması [ile], sözkonusu altı ilkenin parti programından Anayasaya aktarılması ile, o güne kadar, bir çeşit slogan gibi kullanılan ‘Kemalist’ deyimiyle nitelenen devlet, Anayasa hukukunca Kemalist Türkiye oldu.”[vi]

Altı Ok’un Anayasa’da yer almasına Prof. Hirsch’in vesile olduğu kendi anlatımından gösterilmiş bulunuyor. Atatürk bunu elbette sevinçle karşılamış ve benimsemiş olmalıdır, tasarlamış olduğunu sandığımız, ancak ona belki sıra gelmediği için ele alınmayan girişim, beklenmedik bir şekilde gerçekleşmektedir. Kendisi de zaten seyirci değildir ve her aşamada gelişmeyi izlemiş ve desteklemiştir.

Kaldı ki, Altı Ok’un Anayasa’da yer alması, Anayasa’nın bağlayıcılığı sayesinde çok partili rejimde Cumhuriyet’in korunması bakımından yararlı olur, kurulacak başka partiler de ”Altı Ok çerçevesi içindeki farklılıkları temsil” ederdi.[vii] Bu, geleceğe yönelik öngörüde bir tedbir olarak anlam taşımaktadır.

Anayasa’da Altı Ok, Cumhuriyet’in hukuk anlayış ve uygulamalarına temel olacağı gibi, gelecekte kurulabilecek partilerin Cumhuriyet’e karşıtı olarak konumlanamamalarının da teminat ve dayanağı olacaktı. Altı Ok’u benimsemeyen partiler bunu açıklıkla belirterek kurulamayacaklardı. Siyasal hayat, Cumhuriyet’in sürekliliği için Altı Ok şartını öne sürmekteydi.

ATATÜRK’ÜN VEFATINDAN SONRA ALTI OK’UN BAŞINA GELENLER

İlk ortaya çıktığı zaman da, hatta Anayasa’ya konulmadan hemen önce de benimsemeyenler vardı Altı Ok’u, ancak bu konuda tartışma bile yaratamamışlardı. Altı Ok’ta yer alan ilkelerin her birini aslında daha ilk sözü edildikleri zamandan başlayarak olumsuz değerlendirenler vardı, özellikle cumhuriyetçilik, devletçilik ve laiklik üzerinde çok duruluyordu. Altında “eski rejim” ve ekonomik çıkarlar yatıyordu.

Kurtuluş Savaşı zaferi, Cumhuriyet’in ilanı, Hilafet ve Saltanatın kaldırılması şeklindeki atılımların ve büyük kazanımların ilk hızı, o dönemlerde durdurulamaz, yavaşlatılamaz ve göğüslenemez gibiydi. Cumhuriyet fırtına estiriyordu. Devrim sürüklüyordu. Beğenmezliklerse gizliydi. Örneğin, Mareşal Fevzi Çakmak, Atatürk’ün ölümünden sonra Altı Ok ile ilgili tepkisini öylesine şaşırtıcı, hatta öylesine inanılmaz bir şekilde dile getirmişti ki, sözlerinin uydurulduğu sanılabilirdi (ancak kaynak güvenilir). “Onların o altı oklarını birer birer kırıp g...tlerine sokacağım.”[viii]

Oysa Cumhuriyet’in teorisyen ve pratisyenlerinden M.E. Bozkurt’un ifadesiyle, Altı Ok, Kemalizm demekti.[ix] Kemalizmin içinde ise devrim vardı, cumhuriyet vardı, halk vardı, millet vardı, devlet vardı, aydınlanma vardı. Daha doğrusu Kemalizm bunlar demekti. Çağ, emperyalizm çağı olduğu için Kemalizm emperyalizme karşı olmak, emperyalizmle mücadele etmek demekti. Kemalizm bu yüzden bağımsızlık demekti.

Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra çok şey değişmeye başladı. Anayasa’ya girmiş olmasına rağmen Altı Ok da bu değişimden elbette nasibini alacaktı.

Savaş yıllarındaki denge siyasetinin altında saf değiştirme yatmaktaydı. Soldan sağa, Doğu’dan Batı’ya, Asyalılıktan “Avrupalılık”a geçmeye yönelmiştik. “Ezilen dünya”yı terkediyorduk. Bağımsızlık önemini kaybediyor, “çağdaşlaşma” da Batıcılığa dönüşüyordu. Savaş bitince de “Batı demokrasisi”ne teslim olmuştuk.

Bu yeni anlayışlara göre, “milliyetçilik, devletçilik, laiklik umdeleri”, bu üç ilke, “değişim”in hedef tahtasındaydı.

Yeni dönem, uluslararası koşullardaki gelişmelerle “çok partili” düzene geçişin getirdikleriydi. Altı Ok’un bu ilkelerinin ele alınmasının nedeni, partinin genel çizgisinin değiştirilecek olmasıydı. “Yeni dönem” bunu dayatmış gibiydi.

“Yeni milliyetçiliğin”, Batıcılığa ve emperyalizme hiç karşı olmadığı belirgindi. Oysa milliyetçilik, hükümran bir devlet olmak ve Türk toplumunun özel karakterini korumak yanında, “tam bağımsızlık”ı da içermekteydi.

Devletçilik ilkesi, özel sektörün gelişmesini “engelleyici”ydi, “iktisadi devlet teşekküllerinin işleyişi, memlekete ve millete zararlı”ydı.

Laiklik karşıtları hiç çekingen değildi. 1947 yılındaki CHP Kurultayında İmam-Hatip kursları ve okulları, Hac seferleri, okullarda din dersi, türbelerin tamiratı vb. ele alındı ve istekler doğrultusunda sonuçlandırıldı.

Saldırıya uğrayan Altı Ok’un yalnız söz konusu edilen bu üç ilkesi hedef alınıyordu ama diğerlerinin de istenmezliği ortadaydı. Onlar en azından zedelenmeye, silikleştirilmeye veya unutturulmaya çalışıldılar. Cumhuriyet ilkesi, “tek dereceli seçimin belirlediği demokrasi” temelinde ele alınmıştı.[x] Yani demokrasi, seçimlere indirgenmişti. Halkçılık, devletçiliğe karşı olan görüşlerle, adı verilmeden yok edilmişti.

Aslında yol arayanlar, yolu biliyordu, devrimlerden ve ilkelerden vazgeçmek! İnkılapçılığa gelince, onun yerine “tekamülcülük” daha uygundu. En doğrusuyla söylemek gerekirse, birkaç kişi dışında kimse devrimci olduğunu düşünmüyor gibiydi ve “devrimcilik” yerini karşıdevrime bırakıyordu.[xi]

CHP programından Anayasa’ya getirilmiş Altı Ok, Anayasa’daki varlığını sürdürüyordu, ama CHP içindeki varlığı fiili olarak erimiş ve buharlaşmıştı. Altı Ok’taki bu dönemin çözülmesinin dalgaları güçlenerek devam edecekti.

50’li yıllardaki DP’nin Batı’ya güçlü bir şekilde açılmasının CHP açısından hiç bir sakıncası olmamıştı, nedense de olmuyordu! Düşünülse de itiraz edilmiyordu. Özel konuşmalar dışında, ne Kore Savaşına katılmak, ne NATO’ya girmek sorunluydu. CHP içinde Altı Ok’un milliyetçilik ilkesinin bağımsızlık yönünün yok oluşu devam ederken, hatta derinleşirken, CHP, doğal olarak DP’nin yol arkadaşıydı.

Atatürk’ün “çağdaşlaşması” da, artık Batıcılıktan başka bir şey değildi. Böylece Atatürk de Batıcı yapılmıştı!

Atatürk’ün ölümünden hemen değilse bile bir zaman geçtikten sonra, Altı Ok’u beğenmeyenlerin, eleştirenlerin, belli Ok’ların sakıncalarını dile getirenlerin asıl sorunlarının Cumhuriyet olduğu anlaşılık olacaktı.

“ALTI OK”SUZ BİR ANAYASA! 27 MAYIS’IN ANAYASASI

“27 Mayıs Devrimi”nden (1960) sonra 1961'de yapılan yeni anayasada Altı Ok yoktu. Altı Ok’un yerini, “milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” almıştı (Madde 2). Zaten “savaş sonu yenileşmesi” hem Türkiye’de ve hem de CHP’de devam ediyordu.

Savaş sırasında başlayan güçler arasında “denge kollamak” siyaseti ve sonrası dönemde iyice yükselen Batıcılık, Cumhuriyet’in bağımsızlık anlayışını bozmuş, bağımsızlık geleneğini zedelemişti.

CHP’de Kemalizm ve Altı Ok kalmamıştı, bunların sözü edilmiyordu.

61 Anayasasında Altı Ok’un yer alamamasının sonuçları, öncelikle, “geleceğe dönük bir program” olan devrimciliğin, “geçmişe bağlılık” haline getirilmesiyle siyasal atılımlara set çekilmesi, halkçılık ilkesinin Batılı ve Batıcı bir kavram olan “sosyal devlet”e feda edilmesiyle sınıfsal uçurumların derinleşmesinin yolunun açılması, devletçiliğin yok edilmesiyle milli devletimizin ve bütünlüğümüzün korunmasının tehlikeye girmesi, milliyetçiliğin bağımsızlıkçılıktan arındırılarak tasarlanmış olmasıyla emperyalist saldırıya karşı savunma zaafiyetinin büyümüş olmasıdır.

Bütün bunlar Altı Ok Anayasa’dan çıkarıldığı zaman Cumhuriyet’in ne kadarının kalabilecek olduğunu gösteriyordu. Cumhuriyet’in teminatı olan Altı Ok’un Anayasa’dan uzak tutulması, Türk devletinin felsefesinin değiştirilmiş olduğunun göstergesi olduğu kadar, Cumhuriyet karşıtlarıyla nasıl çekiştirildiğinin

YENİ BİR ANAYASA’YA ÖNCE GEREKLİ OLAN, ALTI OK’TUR

İçinde olduğumuz devrimci gelişmeler sürecinde Türkiye’ye yeni bir anayasa mutlaka yapılacaktır. Türkiye’nin hayati ve siyasal ihtiyacı, içinde Altı Ok’un bulunduğu bir anayasadır.

“Kurucu değerlere yaslanan” ve “kuruluş felsefesini benimseyen” bir anayasa, ancak Altı Ok’lu bir anayasadır. Ayrıca bağımsızlık için mücadelenin öne çıktığı şartlarımız, ayakta kalmak için temel ekonomik sorunları çözme gereğimiz, yani vatan şavaşı verdiğimiz ve üretim devrimi planladığımız bugünler, Altı Ok’suz Anayasa’nın düşünülemeyeceği günlerdir.

Daha da genel söyleyelim: Türkiye bir Cumhuriyet’se, ülkemiz bağımsız, halkımız kendine ve geleceğine güvenli, devletimiz halkçı ve yönlendirici, eğitimimiz bilimsel olacak ise, Atatürk devrimciliğinde devam edeceksek, Altı Ok elimizde, yolumuzda, Anayasa’mızda olmalıdır!

NOTLAR

[i] Bu yazı, aşağıda notlarda gösterilen kaynaklardan ve önceki “Yeni Anayasa” tartışmaları döneminde yayınlanan bir yazımızdan (bkz. “Altı Ok Anayasa’ya Neden Girmişti? Ankara’da Bir Alman Hukukçu... Ve Sonrası”, Teori, sayı 313, Şubat 2016, s. 60-69) yararlanılarak yazılmıştır.

[ii] Halkçılık ilkesi konusunda geniş bilgi için bkz. Teori, Kapak: Kemalizmde Halkçılık, sayı 107, Aralık 1998, s. 3-53.

[iii] Asker, siyaset ve devlet adamı Mehmet Recep Peker (1889-1950), Kurtuluş Savaşına katıldı, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bakanlıklar yaptı, 1946-47 yıllarında başbakan oldu.

[iv] Profesör Ernst Eduard Hirsch (1902-1985), 1933 yılında otuz bir yaşındayken Almanya’dan ayrıldı, aynı yıl ekim ayında Türkiye’ye geldi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde çalışmaya başladı, sonradan Ankara'da görevlendirildi, Hukuk Fakültesine dönüşecek olan Hukuk Mektebi’nde ders verdi. 40’lı yıllar boyunca Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Türk hukuk sistemine önemli katkılarda bulundu. Bu arada, 1943 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçti (1941 yılında Alman vatandaşlığından çıkarılmıştı). 1952'de Almanya’ya döndükten sonra da Türkiye ile bağını kaybetmedi. 1967’de emekli olana kadar Berlin Özgür Üniversitesi’nde çalıştı, uzun yıllar Rektörlük ve sonra da Hukuk Fakültesi Dekanlığını yaptı.

Hirsch, Büyük Savaş sonrasının buhranlı 30’lu yıllarında Hitler’in iktidar olduğu Almanya’da, kendi ülkesinde kalamamıştı, çünkü Yahudi asıllıydı. Çok önemli bir hukukçu, uluslararası alanda tanınmış, saygın ve verimli bir akademisyendi.

Çok sayıda eseri arasında 1966’da yayımladığı Die Verfassung der türkischen Republik, 1961 (“Türkiye Cumhuriyeti 1961 Anayasası”) adlı kitabı da bulunmaktadır.

Türkiye dönemini de anlattığı anıları Aus der Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks. Eine unzeitgemässe Autobiographie adıyla 1982 yılında yayımlandı.

[v] Ernst E. Hirsch, Anılarım / Kaiser Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK Kitapları, Ankara 1997, s. 301.

[vi] Hirsch, s. 302.

[vii] Doğu Perinçek, Türkiye’nin Anayasa Birikimi / “Bölücü Anayasa”nın Eleştirisi ve Cumhuriyetin Yeniden

Örgütlenmesi, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s. 263.

[viii] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 360.

[ix] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, İstanbul 1995, s. 226.

[x] Atakan Hatipoğlu, CHP’nin İdeolojik Dönüşümü / Kemalizmden Sosyal Demokrasiye, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s. 210.

Bu eserde, öncesiyle birlikte 1947 kongre süreci, konuşmalar, eğilimler, değerlendirilme, sonuçlar ve sonraki gelişmeler ayrıntılı ve somut olarak anlatılmıştır, bkz. s. 204-226.

[xi] Çetin Yetkin, Karşıdevrim / 1945-1950, Otopsi Yayınevi, İstanbul 2002, s. 399.

Sonraki Haber