Yılmaz Gruda ‘Yarı-gizli bir şair’
Gruda, Vatan Partili olmasını, 'Ben bir başka şaire göre daha zenginim. Birçok beynin birikiminden yararlanıyorum. Çok büyük bir kitaplıktan her an yararlanabilirim. Parti hiçbir zaman bir sanatçıyı engellemez. Sanatçının dünya görüşünü zenginleştirir' sözleriyle anlatıyordu.
Cemal Süreya, Günübirlik adlı kitabında, Yılmaz Gruda için “Yarı-gizli bir şair” ifadesini kullanıyor: “Sinema ve tiyatro arasında yaşıyordu şimdi. Ama derdi günü yine şiirdi, edebiyattı.”
Sanırım birçoğumuz Gruda’yı, Yabancı Damat dizisindeki rolünden, Ulusal Kanal’daki skeçlerden, Bilim ve Ütopya ile Aydınlık dergilerindeki yazılarından tanıyoruz. Oyunculuğu biraz öne geçmiş gibi görünse de o her şeyden önce bir şair… Gruda da: “Eğer tek bir özelliğimle adlandırılacaksam, bilimsel sosyalist şair olarak anılmayı tercih ederim.” diyor.
Onun şiirinde çoğunlukla senaryo yani görselleştirilmiş bir öykü var. Vahşeti, yozlaşmayı, insanın çaresizliğini ama aynı zamanda direnci ve umudu dillendiriyor. Acıların öğüttüğü insanı iki üç mısra ile ete kemiğe büründürmeyi başarabiliyor:
“uzaklarda kalmış
güvercin uçurduğu yıllar
biliyor artık acıların adlarını”
yürüyor
sürüyerek dağarındaki yitimi
nereye baksa: kış ve kar
ne söylese: bozlak
neye dokunsa: kül-ufak
ağır ağır aydınlanırken karanlık
(yakın çekim’de:)
bir sedef kakmalı maun rahle
üzerinde bir kitap
eprimiş sahtiyan kapağı
(açılıyor:)
hatt-ı talik üzre yazılmış
altın varaklara
bir vaadi imliyor
bir yeryüzü cennetini
ve hâlâ her dilde okunuyor
okunacak”
Cemal Süreya Gruda’nın ilk şiirini şöyle değerlendiriyor: “Biraz Attilâ İlhan, biraz Ahmet Arif havası taşıyan, büyük bir Nâzım Hikmet sevgisiyle dolup taşan ama temelde değişik kendine özgü bir şiir (...) Eski sözcüklere dayanan, bir hüznü bir başkaldırmayla birleştirmeye çalışan usta işi bir şiir. Bu nedenle onu olduğundan daha ergin, daha ileri yaşta düşünmüşümdür.
Sonraları şiirleri dergi sayfalarında tek tek dökülüşmeye başlayınca onda büyük sözler söyleme, parıltılı, biraz da gümbürtülü bir şiir dökme isteği öne çıktı. Yalnız, küçük şeylerden söz ederken daha mı başarılı oluyordu? Böyle şiirlerinde, ya da şiirlerinin böyle yerlerinde, retorikten, retoriğin sakıncalı olabilen yanlarından sıyrılıyor, buruk bir tada ulaşıyordu. ‘Kılçıklıdır benim şiirim’ diyordu; ‘gayrisafidir.’ Böyle olmasını da istiyordu. Bu onu zaman zaman yinelemelere de götürmekteydi. Belki biraz da ‘tarihsel sürece’ inmek isteyişinin bir sonucuydu bu.” Yılmaz Gruda’yla, 2005 yılında, Bilim ve Ütopya’nın İstiklâl Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki İstanbul bürosunda; şiiri, oyunculuğu, yaşamı, sanat anlayışı üzerine konuştuk. Bana armağan ettiği kitaplarla şiirini tanıma olanağını buldum.
ŞİİR SERÜVENİ
“Nereden? Hatırlamıyorum… Nâzım Hikmet’in şiirleri elime geçti. Beni sola, Nâzım Hikmet’in şiirleri, onun ortaya koyduğu doğrular, acılar, onun şiirinin sesi yönlendirdi. O günlerde roman yazmaya devam ediyorum, konusu köy olan Memo adlı bir roman yazdım. Köye ilişkin bilgim, Köy Enstitülü yazarların romanlarından öğrendiklerimdi. O yıllarda, Yılmaz Gruda değil de Yılmaz Arkon adıyla yazıyordum.”
Nâzım Hikmet’in şiirlerini hep kafasında taşıyan Gruda, “ben de yazayım” der ve şiir yazma çabasına girişir ama kısa sürede şiirin önemli bir bilgi birikimi gerektirdiğini kavrar. O yıllarda, Marx’ın, Engels’in kitapları çok azdır ve bu kitaplar elden ele dolaşarak okunmaktadır. Onları okur. Mahalle arkadaşı olan Ahmet Oktay’la birlikte el yazısı dergiler hazırlarlar, yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlar. Memo romanını, Memo’ya Mektuplar adıyla şiir olarak yazar. Bu şiiri Yağmur ve Toprak adlı dergide yayımlanır.
Hergele Meydanı’ndaki (İtfaiye Meydanı) Ankara Ticaret Lisesi’nde okuyan Gruda, Ahmet Oktay’la birlikte Ahmet Arif ve Enver Gökçe gibi o günlerin ünlü şair ve aydınlarıyla görüşür, şiirlerini onlara okur, eleştiri ve önerilerini alır. “Onlar bize ışık oldular” diyen Gruda şiir serüvenini şöyle değerlendiriyor: “Benim ilk şiirlerimde, Ahmet Arif’in etkisi vardı ama bu etkiden hızla çıktım. Uzun mısralarla yazılan bir şiire başladım. Daha sonra Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’ın da bu tarz yazdığını öğrendim. Elbet bir şair başka şair ve yazarlardan etkilenir. Önemli olan, bu etkiyle yüzleşip kendi sesini, kendi şiirini bulmasıdır. Zaten geçmişi ve bugünü okumayan tıkanır kalır. Her bir yazarın ve şairin kitabı miri maldır; yani halkın, devletin malı… Herkesin kaynağı olan, ondan yararlanabileceği eser anlamında, anonimleşmiş gibi… Tabii intihal, kaba anlatımla araklama anlamında değil. Birikimden güç almak anlamında…
Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat Garip Akımını başlattılar. Bu akım benim düşünce dünyama uymuyordu. Biz kırk kuşağının etkisi ışığında oluşan şiiri sürdürdük. Attilâ İlhan ise farklı bir şiirle çıktı.
Demokrat Parti’nin baskısıyla sorgulamalar, gözaltılar, sürgünler çıktı geldi. Baskıların hedefi olmadan şiir yazmayı sürdürebilmek için kelimelerle oynamaya başladık. Muzaffer Erdost’un isim babalığı ile İkinci Yeni ortaya çıktı. Bu çerçevede epey şiir yazdım. 1960’lara doğru bu akımdan ayrıldım. 1960-1961’de şiir kitabım Çarmıhtaki Yeni Mehmet yayımlandı.”
YILMAZ GRUDA VE BABASI
Yılmaz Gruda, 1928 yılında İstanbul’da doğmuş. Beş yaşındayken babasıyla birlikte Ankara’ya taşınmış. Babası, Arnavutluk’un İşkodra kentinden kan davası nedeniyle, yakın akrabalarıyla birlikte, klan halinde İstanbul’a gelmiş. Yılmaz Gruda’nın babası girişken, atak bir adammış. İstanbul’da ticarete başlamış, kısa sürede birkaç dükkân sahibi olmuş. Yılmaz Gruda’nın babası karısından ayrıldıktan sonra kızını ve oğlunu alıp Ankara’ya taşınıyor. Ayrılık nedeni, kültür farkından kaynaklanan şiddetli geçimsizlik... Gruda’nın annesi, Şehzadebaşı’ndan bir konak kızı, babası ise feodal bir adam… Baba sandıklar dolusu hediyelerle anneanneyi ikna edip bu şehir kızıyla evlenmiş ama evlilik bir noktada bitmiş.
Yılmaz Gruda’nın yeteneklerini ortaya çıkaran bir çocukluk anısı şöyle yaşanıyor: “Babam, ben ilkokuldayken Hazreti Ali’nin Cenkleri, Hazreti Hamza, Uhut Cengi gibi kanın gövdeyi götürdüğü, İslamiyet’in yayılma dönemini anlatan dini menkıbe kitapları almaya başladı. Bu öyküleri, akşamları bana okutup dinliyordu. Ben bu okumaları, ses değişikliğine gerek olduğunu hissederek, bir tür okuma gösterisine dönüştürdüm. İlerde meddahlığa yarayacak, gırtlağı farklı farklı kullanma özelliği kendiliğinden ortaya çıktı. Böylece bilinçsizce de olsa tiyatroya olan eğilimim filizlenmeye başlamış oldu. Benim sesim buluğ çağından sonra kalınlaşmadı, sesim neredeyse doğduğum andan itibaren böyleymiş.”
Çocuk Yılmaz, gün gelir, bu okumalardan usanır. On bir - on iki yaşlarında “Okumayacağım!” der. Tabii kendi kendine babasına söyleyecek cesareti yoktur. Kitapları sahaflara satar. Babası “Hazır olsun bu akşam bana hikâye okusun” diye dükkândaki çıraklarla haber yollar. Bir süre babasını oyalamayı başarır.
'BENİM YAZARLIK İYİ'
“Bir bayram ya da Ramazan günü yine haber geldi. Korkuyorum çünkü küçük bir hatada babam beni falakaya yatırıyor. Çıraklar tutuyor, o dövüyor. Ne yapayım? Küçük yaşlardan itibaren bir sinema sevgim de var. Ankara’daki Ulus sinemasına babamın forsundan yararlanıp, hemen hemen her gün bedava girebiliyordum. Şu an bile o filmlerden birçoğunun ismini hatırlarım. Derken önceki okumalardan ve izlediğim filmlerden oluşan bir birikimle, oturup kendim bir Hazreti Hamza cengi yazdım. Yazdığım öyküyü bir kapağın içine yerleştirip babama okudum. Alkışlarla dinlenince hoşuma gitti, kendime olan güvenim arttı. İçimden ‘Benim yazarlık iyi’ dedim. On günde bir ortaya yeni bir cenk koymaya başladım. Haritaya bakıp yer isimleri saptıyorum: Medine, Mekke gibi… Bu yazma çalışmaları beni, okumaya yönlendirdi. Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir ve o günlerin çok okunan diğer yazarları… Zamanın yeni yetişen gençleri olarak bizleri, roman okumaya özendiren diğer bir etken de kız arkadaşlara yaklaşabilmekti. Romantik mektuplar yazarken romanlardan hem güzel sözler söylemeyi öğreniyor hem de mektupları romanların arasına koyup kız arkadaşlarımıza ulaştırıyorduk. ‘Ben niye roman yazmıyorum?’ deyip roman yazmaya başladım. Yazdım yırttım, uzunca bir süre bu çabayı sürdürdüm.”
CEP TİYATROSU’NDA OYUNCULUK
Ailesi onun tiyatrocu olmasını istemez. Konservatuar sınavını kazanır. Kayıt yaptırabilmek için babasından onay alamaz. İmza isteyince ‘Bu evden köçek çıkamaz’ diyerek baltayla üzerine yürür. Bu nedenle tiyatroya ancak 22 yaşında başlayabilir. Tiyatroya, önce oyun eleştirileri yazarak başlar. İstanbul’da Cep Tiyatrosu’nda verilen tiyatro yazarlığı derslerine katılır. Tek perdelik oyunlar yazmaya başlar. Cep Tiyatrosu elli kişilik küçük bir tiyatrodur, hep klasikler oynanır. Haldun Dormen Amerika’da gördüğü tiyatro eğitimini bitirip gelince bu tiyatroyu kurmuş. Altan Erbulak, Erol Günaydın, Erol Keskin, Metin Serezli gibi ünlü oyuncular orada yetişmişler. Yılmaz Gruda da orada sahneye çıkmaya başlar…
Yılmaz Gruda, sinemaya 1956-1957’de Dokuz Dağın Efesi filmiyle girer. O dönemde karakter oyuncularına ihtiyaç vardır. Başrol oyuncuları fiziklerine ya da halkın sevgisine göre seçilir. Diğer oyuncuların inandırıcı olmaları bu bakımdan daha da önemlidir. Oyunculuk yeteneği ve başarıyla kullanabildiği ‘teatral’ ve ‘göksel’ sesi onu aktörlüğe yöneltir, aşağı yukarı 300 filmde oynar. Bir günde üç çekime birden girdiği olur. 100’ü aşkın piyeste başrol ya da ikinci rol oynar, 100’ü aşkın piyesi de sahneye koyar. On beş yıl kadar da tiyatroyla beraber reklamcılık yapar.
Gruda’nın tiyatroya ilişkin Şu Bizim Tiyatromuz ve reklamcılık konusunda Biraz Reklam Alır mısınız? adlı kitapları var. Beş şiir kitabı basılan Gruda’ya 1999 yılında Çerçi Zeus adlı şiir kitabı için Tabipler Birliği tarafından, Sivas Madımak Oteli’nde yakılarak şehit edilen aydınlarımızdan Dr. Behçet Aysan adına konan ödül, iki yıl önce de Maraton adlı kitabı için Cumhuriyet gazetesinden Yunus Nadi Şiir Ödülü verilir.
'PARTİ, SANATÇIYI ZENGİNLEŞTİRİR'
“Yılmaz Gruda’nın İşçi Partisi (şimdi Vatan Partisi) ve partili sanatçı olmak konusundaki görüşleri şöyle: “Mao Zedung’un, devrimi işçi sınıfı ile bir araya gelen köylülerin yapacağı fikrini savunması benim hep taşıdığım düşünceyle örtüştü. O, bir şair ve yazar olarak Marx’ın yanı sıra benim idollerim arasına girdi. Mao’nun çevresindeki diğer devrimcilerin hepsi benim için önemli adamlardı. Devrimde köylülüğün rolüne önem veren İşçi (Vatan) Partisi’ne üye oldum.
Partimin bana kattığı zenginlikle, sanatımdan hiçbir şey kaybetmeden onun önüme açtığı yolda halkımızın mutluluğu için çalışmaya devam edeceğim. Ben bir başka şaire göre daha zenginim. Birçok beynin birikiminden yararlanıyorum. Çok büyük bir kitaplıktan her an yararlanabilirim. Parti hiçbir zaman bir sanatçıyı engellemez. Sanatçının dünya görüşünü zenginleştirir. Yazar ve sanatçı olarak örnek aldığım Bertolt Brecht, ‘Sosyalizm bizden çok başka insanlar bekliyor’ diyor. O ‘başka insanı’ bugünden o çerçeve içinde hazırlamamız lazım. Sanatın bütün gerekleriyle, estetiği ıskalamadan, slogan atarak değil, makale yazarak değil, sanatın gerektirdiği çerçeve içinde bu işi yaparak…
İşte ben buyum... Atatürk bizim için bir kaynaktır. İşçi (Vatan) Partisi, onun başlattığı devrimi tamamlayıp ileriye götürmeyi hedefliyor.”
Sevgili şairimiz Yılmaz Gruda sanatıyla, eserleriyle adını ölümsüzler listesine yazdırmayı başardı. Tüm emeği için ona minnettarız.