Yüksek faiz kime kazandırır?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın faizi 1 puan indirmesi medyadaki ana akım iktisatçılar tarafından sertçe eleştirildi. Eleştirinin yönü kısaca şu, “dolar arttı, dolar artınca enflasyon daha da artacak”. Kendini ana akımın dışında tanımlayanlardan da bu yorumda ana akım ile birleşenler oldu. Bu kişiler de sonuçta merkez bankalarının görevinin, yani para politikasının yegane amacının fiyat istikrarın sağlanması olduğu ve doların rezerv para olmasının değişmez (!) gerçeğine boyun eğilmesi gerektiği fikirlerinde bunlarla birleştiler. Ana akım hiçbir iktisatçı da çıkıp doların neden maliyetleri bu kadar etkilediğini sorgulamıyor. Konunun kökenine inmektense, basit ve gündelik ezberlerle hareket etmek herhalde herkesin daha kolayına geliyor.

ASIL SORUN

DOLAR KURU DEĞİL

Şunu belirterek başlayalım, sorun dolar kurunun artması ya da azalması değil, Türkiye ekonomisinin dolar kurundan çok etkilenmesidir. Zaten 1945’ten itibaren baktığımızda birkaç kere yaşanan hafif düşüşler dışında, dolar kurunda gerçek anlamda bir düşüşten ya da düşüş eğilimden bahsedemeyiz. Ne yapacağız sürekli faizi yüksek tutmaya ya da dünya piyasalarına şirin görünmeye mi çalışacağız? Hepsini yaptık, yüzde 120’nin üzerinde haftalık repo faizi oranlarına da çıktık bu süreçte. Ne zaman gerçek anlamda düştü dolar kuru? (Bir iki yalpalama dışında) Ya da en azından kurun durağana yakın olduğu bir dönem var mı kontrollü kambiyo dönemleri dışında? Demek ki çözüm dolar kuruna göre para politikası belirlemekte değil, doların Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi azaltmakta aranmalı. Dövizle yapılan ticaretin büyük bölümü dolarla gerçekleştiği için, döviz kuru tartışması ülkemizde doğal olarak doları konuşmaya bağlanıyor. Hem bu yüzden hem de doların bu yaygın yapısı bir yaptırım ve tehdit aracı olarak kullanılmasını kolaylaştırdığı için tüm dövizleri değil de doları vurguluyoruz. Zaten dikkat edilirse Türkiye’deki çoğu köşe yazısı da bu tehdidi kabul eden ve hatırlatan bir tavır benimsiyor.

İTHAL İKAMECİLİK ŞART

Bu açıdan eğer fiyat istikrarı istiyorsak ilk olarak belirlenecek sektörlerde ithal ikameciliği geliştireceğiz, ikinci olarak dış ticaretimizde doların egemenliğinden kurtulacağız. Ana akım iktisatçıların “ama dolar rezerv para” dediğini duyar gibiyiz. Evet, bu yüzden “kurtulmak” tabirini kullanıyoruz. Bunların yönteminin detaylarını ayrı bir tartışma konusu olarak bırakıyoruz. Bu yazıda Merkez Bankası’nın neden yalnızca fiyat istikrarı odaklı çalışmaması gerektiğini ve yukarıdaki iki koşulu sağlamadığımızda, para politikamızı kuru düşük tutmak adına, mali vurguncuların hizmetine nasıl sunduğumuzu tartışacağız.

FAİZİ YÜKSEK TUTALIM

NE DEMEK?

Aslında, 'faizi yüksek tutalım ki fiyatlar artmasın' dediğimizde bir şeyin hakkını teslim etmiş oluyoruz: Türkiye ekonomisi ithalata büyük oranda bağlıdır. Aksi durumda, faiz ile fiyat istikrarı arasında bu denli sıkı bir bağlantı olduğuna dair argümanlar faiz indirimine karşı kullanılamazdı. O zaman şu soru ortaya çıkıyor: ithalat bağımlılığını nasıl azaltacağız? Cevap herhalde yerli üretimin artırılması ve ülke içindeki tedarik ağının yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesidir. Bu da yerli özel sermayenin, kamunun veya yabancı özel sermayenin yatırımıyla gerçekleşebilir. Peki mevcut faiz oranlarında bu üçünden hangisi gerçekçidir? İnceleyelim.

YÜKSEK FAİZ, BAĞIMLILIKTAN KURTULMAYA ENGEL

Yerli sermaye bu faiz oranında yatırım yapacağı kaynağı nereden bulacak? Faiz oranı da bir girdi maliyeti değil midir? Yani, yüksek faiz oranları aslında maliyetlerin yükselmesi anlamına gelir ve bugün köstekleyici bir etki yapmaktadır. Zira, yatırımların verimi değişmezken, yıllık ödenmesi gereken maliyet eskiye göre yükselmiştir. Demek ki yerli sermayeyi bu yatırımları yapmaya teşvik edecek değil, onu köstekleyecek bir faiz oranımız bulunmaktadır. Bununla birlikte devlet tahvili faizlerinin geldiği nokta, kamu yatırımları için de benzer etkiler yaratmaktadır. O halde aynı durum kamu yatırımı için de geçerlidir. Yabancı sermaye için ise mali yatırımlara yönelmek bu kadar kârlıyken, üretken yatırımlara olan yönelimi artırmak için ortada bir sebep yoktur, hatta yüksek faiz oranı yabancı sermayeyi üretken yatırımları da doğrudan mali/finansal yatırımlara çevirmeye teşvik eder diyebiliriz. Demek ki, Türkiye’de yüksek faiz, bağımlılıktan kurtulmaya bir engeldir. O halde çıkıp, bağımlılıklar bozulmadığı sürece yüksek faize devam edelim dersek Türkiye’yi bir kısır döngüye teslim etmiş oluruz. Para politikasının yalnız fiyat istikrarını sağlamaya hizmet ettiği bir anlayışta bu kısır döngünün çözümü bulunmuyor.

TÜRKİYE’DE YÜKSEK FAİZİN KAZANANI VAR MI?

Eğer, para politikasının amacını yalnız fiyat istikrarı olarak belirleyen gözlüklerden bakarsak yüksek faizin tüm Türk halkı için kazançlı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa kazanç, kayıptan kazançtır. Yani maliyetlerin daha fazla yükselmesinin -bir süreliğine- engellenmesi. Açıktır ki bu maliyetlerin ve fiyatların düşeceği anlamına gelmez, artışın ötelenmesi anlamına gelir. Zira, yukarıda belirttiğimiz üzere yüksek faiz politikası Türkiye’ye kurdan az etkileneceği bir altyapı sunmamakta, Türk lirasını da bir yükseliş eğilimine sokamamaktadır. Demek ki tek kazanç, kaybın ertelenmesi olabilir ki bunu da bir kazanç olarak değerlendirmek bugün pahasına geleceği harcamak anlamına gelir.

Türkiye’de resmi tüketici fiyatları enflasyonu Ağustos ayında yüzde 19.25 olarak gerçekleşmişti. Demek ki bugünkü faizimiz -o günkü faizimiz de- enflasyonun altındadır. Yani negatif reel faiz verilmektedir. O halde, Türkiye’de yaşayan bir vatandaşın faiz gelirinden elde edeceği bir kazanç da bulunmamaktadır. Bulunmaması da iyidir çünkü faizden elde edilen gelir aslında üretimden elde edilen gelirin bir kısmına el konulmasıdır. Bu el koyma işlemi üretime kaynak sağlayan ve onu destekleyen bir durumda değilse, üretimi içten içe kemiren bir durumdadır.

ÜRETİCİ YATIRIMLAR KÖSTEKLENİYOR

Faiz kazancı olmamasının yanında, üretimi ve tüketimi de yüksek faiz kösteklemektedir. Üretici yatırımlar, yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu faiz oranıyla kösteklenmektedir. Tüketicilerin, üretileni tüketmeleri de aynı şekilde kösteklenmektedir zira mali kaynak sağlamak güçleşmiştir. Bu durumda yüksek faizden gerçek kazancı kim sağlamaktadır? Yüksek faizden gerçek kazancı, kendi ülkesinde daha düşük enflasyon oranlarına sahip olup Türkiye bankalarına ve Türkiye’deki finansal varlıklara para yatıran uluslararası faizciler kazanmaktadır. Zira Türkiye, yüzde 18 haftalık repo faiz oranıyla dünyada en yüksek faiz veren 10., Avrupa’da 1. ülkedir. Ülkesinde yüzde 5’in altında enflasyonla yaşayan birinin, Türkiye’den faiz geliri elde ederek ne kadar yüksek kazançlar elde edebileceği açıkça ortadadır. Bu faizcilerin gelirinin kaynağı, yüksek faizlerle borçlanan Türk tüketicisi ve üreticisidir. Türkiye’de yaşayan vatandaşların üretmek ve tüketmek için aldığı borçlara ödedikleri yüksek faiz ve ağırlaşan borç yükleri, Türkiye dışında yaşayan faizcinin gelir kapısı olmuştur.

EMEĞİMİZ YABANCIYA KÂR OLUYOR

Sonuçta mal ve hizmet üretim faaliyetlerinde çalışan insanların gelirlerinin kaynağı emek gücüdür. Bu açıdan yüksek faiz, her geçen gün Türk vatandaşlarının emek gücünün daha büyük kısmını, yabancı faizciye kâr olarak teslim etmiş olur. Vatandaşın emek gücü kendisi, çalıştığı kurum ve devlet için gelir üretirken, buna bir de uluslararası faizci eklenmiş olur. Yabancı faizcinin Türkiye’de üreticinin sırtına binmesine daha ne kadar izin vereceğiz? Bu bizi sürekli geriletmekte, sömürüyü sürekli artırmaktadır. Önlem alınması gereken en acil konu budur.

Para politikasını yalnızca fiyat istikrarı için kullanmak onu ekonomik politikanın dışında ayrı bir alan olarak değerlendirmek bugün Türk vatandaşları üzerinde oluşan ekonomik baskının ancak artması sonucunu vermektedir. Bu yöntemde, yüksek faizden kurtulmanın hiçbir reçetesi olamaz. O yüzden doğru olan, para ve maliye politikası araçlarının yani tüm ekonomik araçların üretimi ve istihdamı artırmaya, kırılganlıkları en aza indirmeye yöneltilmesidir. Bunların dışında tanımlanan amaçlar, özellikle anaakım iktisadın tanımladığı amaçlar uluslararası serbest sermaye hareketlerinin kârlılığını artırmasına yarayan, Türkiye ekonomisini daha az üretken ve daha dayanıksız yapan amaçlardır.

Sonraki Haber