Yunus Emre hem isyankar hem insanlara doğru yolu göstermeye çalışıyor
Yerde miydik, gökte miydik? Kulaklarımızda Yunus’un dizeleri: ‘Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni’... Adnan Saygun’un notaları insan sesi ve orkestranın muhteşem uyumuyla göğe yükseliyor. Zihnimizde‚ dansçıların hareketleri, ses ve müzik üzerinde akıp gidiyor...
O gün, İstanbul’da büyük bir eserin bu yılki ilk gösterimine 24 saat kalmıştı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin yaklaşık 150 kişilik ekibi, Süreyya Operası’nda son provayı alıyordu. Geçen yıl dünya prömiyerini yapmış olan Yunus Emre Oratoryo ve Balesi’nin koreograf ve rejisörü Uğur Seyrek’le görüşmek üzere Doğan Kemancı ile salona girdik. Prova kostümlü olacak diye biliyorduk, ama sahnedeki ekip günlük giysileriyleydi. Yalnızca siyahtı. Öğrendik ki, kostümler böyleymiş, sadece solist dansçıların ayrı kostümleri varmış. Provaların bitiminde, Uğur Seyrek’le salon girişindeki bir masaya oturduk. Nasıl ki, 2,5 saat süren çalışmalarda sahne ve orkestradaki tüm sanatçılar birer birer Yunus Emre oldular, biz de ayak uydurduk. Uğur Seyrek’in alçakgönüllü ama yüksek enerjili hallerinden esinlendik, artık biz de Yunus Emreleriz. Sanki o, bizim 13. Yüzyıldan bu yana kader arkadaşımız. Sanki aynı arayışta tanışmışız gibi sohbete koyulduk.
YUNUS EMRE ÇOK RİSKLİ
- Temsil ne kadar zamanda çıktı?
Yunus Emre’nin bir ön hazırlığı vardı, Ankara’da yapılacaktı, ama bu aşamaya gelmedi. Böyle bir şey düşünüldü, adım atıldı o kadar. Müzikleri dinledim, ‘nasıl bir şey olur’ dedik, ama olmadı yarım kaldı. Bu boyuta inmedik. Suat Bey (İDOB Müdürü ve Sanat Yönetmeni-Fİ) söylediği zaman aradan 1,5 yıl falan geçti... Ön çalışması 1.5 yıl aldı. Müziği dinliyorsun, hikayeyi okuyorsun, ama çok riskli. Yunus Emre gibi bir filozofu alıp kendine göre evirip çevirmek de çok tehlikeli. Öyle bir şey bulmak lazım ki... Adnan Saygun yazdığı müziklere de bakıyorsun, aldığı bölümlerden yola çıkmak daha akıllıca geldi. Hazır Adnan Saygun müziğini kullanarak yapınca oradan da rahatlama oldu.
- On yıl önceki proje oratoryo üzerine miydi, ayrı bir Yunus Emre balesi miydi?
Oratoryoydu, ama bu boyutta olur muydu? Bu kadar sene çok şey değiştiriyor insanda.
- Öğrenciyken Yunus Emre Oratoryosu'nu dinlemiş miydiniz?
Belki, ama emin değilim. O zaman pek fazla bunlara dikkat etmiyorsun. Eseri bile fark etmiyorsun, sadece hareketleri daha iyi yapmak istiyorsun. Konuya yavaş yavaş zaman içinde hakim olup rolleri ona göre hazırlıyoruz. Hele ki iş, başka bir döneme, eğitmenliğe geldiği zaman müziği daha iyi dinlemek lazım. Koreograf açısından daha da önemli, çünkü müziğin, hareketin ve konunun çok iyi anlatılması söz konusu olunca, soru ve cevapları iyi bulmak lazım. Ben kendim ne yaptığıma inanırsam inandırmam da kolay oluyor. Laf olsun diye ‘yaparız, geçiştiririz’ deyince olmuyor. Boşluk kalıyor.
EGO DEĞİL YAPILACAK İŞ VAR
- Felsefesini nasıl yansıttınız?
İnsan, bugünkü biz, ne yapıyoruz, neredeyiz? Bu felsefi düşünceyi kendi hayatımıza geçirebiliyor muyuz, geçiremiyor muyuz? Yapılmış mı? Hayır yapılmamış. Yapılacak mı? Hayır yapılmayacak.
Çünkü olmuyor! Yunus Emre bile her şeye rağmen hazır mı? O yapıda olan bir düşünce tarzını normal yaşamda biz göremeyiz. Çünkü ne zaman siz kendi yaşamınızı anlatmaya başladığınızda bu felsefeye egonuz hakim oluyor. ‘Ben her gün süt içerim’ dediğin zaman bitiyor iş! İstiyorsan dağda yaşa. ‘Çok iyi zeytin yetiştiririm’ dediğin zaman bitti. Bilmememiz lazım. Bilmediğimiz kişi de ermiş oluyor zaten. O boyuta erişmek insani bir şey değil. İnsan, bir şey söylemek ister. ‘Tarlayı iyi ektim’ der. Dağa gitsin, her şeyden elini ayağını çeksin, yine de ordan geçen herhangi birine dahi bir şey söylememesi lazım. Her şeye hoş görülü davranması lazım. İlk defa duyuyor, ilk defa görüyor gibi. Saygı, sevgi böyle bir şey, ama bu yapıya uyarlamak mümkün değil. Denerim, severim o düşünce tarzını, ama mesela bu yerde bunu yapmamamız lazım. Kendi egom değil ama yapılacak bir iş var! Bunu ben yapmazsam o zaman da böyle bir şey çıkmaz. Anlatmam lazım, anlattığım zaman da çok biliyorsun anlamına geliyor. Bunu da sevmiyorum, ama yapmam lazım.
- Sanatçının özelliğine de pek uymuyor gibi... Sanatçı alkış ister, öne çıkmak ister, değil mi?
Şöyle bir şey oluyor: Bitişi böyle bitmiyor. Yerde kalıyorlar ve alkış yok! Ölümle bitiyor. Seyirci kendi bölümünü alıyor. Alkış olsaydı aynı etkiyi alamayacaktı. Alkışlanacak bir durum yok ki.
- Bu müzik ve bu felsefeye hareketi nasıl uyarladınız?
Müziği çok dinledim. O müziğin içinde bir şey vardır zaten. Siz de bir teknik üzerinde çalışıyorsanız bir ifade şekli oluşturmuşsanız dansınızda, o sizi hemen yakalar... Ben fazla sayı vermem zaten, sayı pek sevmem. Çünkü o zaman dansçının ağzında görürüm: Bir! Iki! Üç! Beş! Oysa müziği dinleyip hareketin içinden geçmesi lazım. O zaman seyrettiğinizde bana daha iyi geliyor. Daha inandırıcı oluyor. Hissederek dans etmeleri çok önemli.
PİNK FLOYD GİBİ İSYANKAR
- Yunus Emre modern baleyle çelişiyor mu?
Hayatta konservatif (tutucu) bir düşünceyle harekete baksan, onun içinden bir modernizm çıkar. Mesela eski çok klişe olan şeyler, şimdi çok mordern olabiliyor. Hatta pop modern de olabilir. Yaklaşıma bağlı. Birkaç parça değiştirdiğin zaman o modernize olmuyor ki. Mesela Pink Floyd! Ne diyeceğiz Pink Floyd’a? Ne kadar modern düşünülmüş mü diyeceğiz? Pink Floyd felsefesi Yunus Emre’ye çok uygun, çünkü hep isyankar ve insanlara doğru yolu göstermeye çalışan bir felsefesi vardır.
O müziği dinledikçe Pink Floyd’u daha da dinlemeye başladım. Dünyada bunun peşinde koşan çok insan var, ama bu egoyu silmediğin sürece devam ediyor.
- Bale, hareket ve sesi bir araya getirdiniz, çok örneği var mı?
Yapılıyor... Mesela ben Bejart’la çalıştığım zaman onun da vardır böyle örnekleri. Mozart’ın Sihirli Flüt’ünde yaptı, orda da gördüm nasıl çalıştığını. Benim yaklaşımım ses, müzik, insan sesi üzerine hareket beni çok etkiliyor.
- Çok özgün ve parlak bir iş çıktı ortaya, takdir ediliyor mu?
Kendi kendime yapmış gibi... Aferin çok iyi yaptın, hadi güle güle der gibi. Değerlendirecek ortam yok gibi, pek umurunda değil kimsenin. Ne kadar yapılmış, ne kadar değerli olabilir, bunun pek farkında değiller.
- Şancılar da dans ediyor eserde...
Onların eğitimi farklı, dans değil de ses ve hareket üzerine kuruluyor. Eğer metni bilirsen, ona göre hareket edersen o zaman beynine oturuyor. Metni öğrenip de sonradan hareket edersen, zor oluyor. Hep müzik ve ses üstüne yaparlarsa daha doğru oluyor.
- Kayıt altına alınacak mı?
Bizim arşivimizde var, ama ancak TRT falan çekerse yayınlanır. Gazeteler bile kültür sanata yer vermiyor. Sanat hakkında ne kadar çok bilgi verirsen, sanata ilgi o kadar artar. Bilgiyi kesersen görmediği için algı da gider. Açtığı zaman, Devlet Opera ve Balesi şu oyunu oynadı, diye görürse, gidip görelim diyenler de olur. Türkiye bu güce yazık ediyor. Gençlerin şimdi sanatla uğraşması lazım. Yaşama bakacak, geleceği görecek, sanatla yetişecek. Sanata spora vakti olmalı.
BELÇİKA'DA 16 YIL BAŞDANSÇI BİR TÜRK
İDOB Bale Bölümü'nde Başkoreograf Ayşem Sunal Savaşkurt’u, prova çalışmaları arasında tanıdık, bu küçük dev sanatçıyı sizlere de tanıştırmak istedik.
Ankara’da yetişti, Devlet Konservatuvarından sınıf atlayarak erken mezun oldu. Saygın bir yarışma için Japonya Osaka’ya gönderildi başarılı genç dansçı. International Balet Competition dans yarışmasında finale kaldı. Belçika Kraliyet Balesi’nin başkoreografından teklif aldı ve Belçika’ya gitti. Gittiğinde henüz 17 hatta 16 buçuk yaşındaydı...
Orada 18 yıl dans etti, bunun 16 yılında başdançı olarak görev yaptı. Rekor! Avrupa’da en uzun süre başdasçı olarak görev yapan kadın dansçı! Yılda 180 hatta 200 temsil koydukları oldu. Delice bir çalışma ve disiplin... Sadece Belçika değil, başka ülkelerde de konuk dansçı olarak sahne aldı. Yarışmalara katıldı, dereceler, birincilikler, onur ödülleri aldı. Çok küçük yurtdışına gittiği için aile, sıla özlemi ağır bastı, birikimini Türk dansçılara aktarmak için geri döndü. Ondan da Avrupa ile Türkiye’deki dans eğitimini karşılaştırmasını istedik.
HER GÜN AYNADA KENDİMİZE BAKIYORUZ
“Bu meslek, vücutla yaptığımız için dünyanın her yerinde zor. Bir kere her gün aynada kendimize bakıyoruz. Mesleğin en büyük zorluklarından... Sürekli kendimizi güncellemek, yenilemek zorundayız. Bir gün çalışmazsak kendimiz hissediyoruz, iki gün çalışmazsak hocamız, üç gün çalışmazsak seyirciler hissediyor. Sürekli çalışmamız gereken bir meslekteyiz. Sporcular nasıl olimpiyatlara hazırlanır, ama onlar bir amaç için. Biz, hep sahneye çıktığımız için ömür boyu öyle yaşıyoruz, hayatımızın bir parçası oluyor. Orada (Belçika, Avrupa) çok farklı. Orada bir konservatuvardan mezun olduğun zaman Avrupa ülkelerinde, Belçika’dan Hollanda’ya, Fransa’ya, İskandinav ülkelerine geçmek o kadar kolay ki. Bir saatlik uçak ya da araba yoluyla. O yüzden yeni mezunların buralara gidip çalışma veya gözlem yapma olanakları var. Buradan bizim bir dançımızı göndermemiz, uçak bileti, konaklaması, bir çalışmaya katılması oldukça zor.
AKM’SİZ 11 YIL
Avrupa sahneleriyle karşılaştırınca pek hoş bir tablo çıkmıyor tabii, ama yine bir çıkış yolu yaratılıyor:
“AKM’yi kaybettiğimizden beri Tekel Sahnesi’nde çalışıyoruz. Bizim için en iyi koşulları yaratmaya çalışıyorlar, ama sonuç olarak bir bale stüdyosu olarak planlanmayan stüdyolarda çalışıyoruz. Burdaki sahnemiz çok güzel, Kadıköy Belediyesi’ne çok teşekkür ediyoruz. Burayı çok seviyoruz, ama sonuç olarak küçük eserler için planlanmış. Burada büyük bir bale, opera yapmaya çalışıyoruz, ama çalışıyoruz... Uyuyan Güzel olsun, Fındıkkıran olsun, Üç Sİlahşör olsun, bunlar hep büyük eserler. Burada yapmamın tek nedeni bu sene AKM’siz 11. Yılımız. Ve bu nesil, daha önce orkestrayla dans etmemişti. Ben 5 sene önce bu görevi kabul ederken ‘Ben orkestrasız eser yapmam’ demiştim. Ne olursa olsun, biraz daha küçük sahnelerde dans etsinler, ama orkestrayla dans etmeyi öğrenmeleri lazım. Büyük eser, böyle sahnelerde de yapılıyor, bir süreliğine burada yapacağız büyük eserleri. Yoksa, 10 senelik bir aralıkta, klasik bale orkestrasız kalamaz diye elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. İnşallah, AKM açılınca orada yapacağız.
AVRUPA’DA BÖYLE BİR ESER YOK
Koşullar böyleyken böyle, peki Yunus Emre Oratoryo ve Balesi gibi bir eser var mı Avrupa’da? “Bunun bir örneği yok. İçimizden çıkmış Adnan Saygun’un bu eseri. Böyle bir örnek Carmina Brono’da var, ama koronun, solistlerin dans ettiği bir örnek yok. Biz yola çıkarken çok dipten bir yola çıktık. Beyaz bir sayfa açtık, yepyeni bir şey yapalım diye. Opera ile balenin birlikte çalıştığı harmanlandığı çok keyifli bir süreç geçti. İnanılmaz provalar yaptık beraber. 11 senedir sınırlı şartlarda çalışılıyor. Ben son 5 yıldır katıldım. Ben başladığımda, çocuklar sadece bir esere orkestra ile birlikte çalışmıştı. O da 2-3 temsil içindi... Ama bunda orkestra, opera, koro hepsi bir arada... ve çok derin bir eser, ruhani... Müthiş gençlerimiz var. Çok yetenekliler.
NE ŞART OLURSA OLSUN VARIZ
Uğur Seyrek, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde solist bale sanatçısı olarak çalıştı. 1980’de bilgi ve tekniğini geliştirmek için Almanya’ya gitti, Berlin ve Stuttgart Devlet Balelerinde solist dansçı olarak çalıştı, 58 ülkede temsiller verdi. 1999’da ise Stuttgart Bale Akademisi’nde Dans Pedagojisi’nden mezun oldu ve kariyerinde yeni bir sayfa açtı. Cumhuriyetin 75. Yıl kutlamaları kapsamında eserlerle Çeşmebaşı, Fındıkkıran, Otello, Salome gibi bale ve modern dans eserlerinin koreografilerini yaptı. Avrupa’yı yakından tanıyor. Eleştirileri var, ama kenara çekilmek yerine sanatçılarımıza olan güven ve umudumuzu pekiştirdi:
“Avrupa’da daha farkındalar, daha çok görmüşlüğü, bilmişliği var. Sanat eserleri üzerine yazarlar, güzel kritikler yaparlar. Bunun da sanatçıya ve dansçılara yansıması var. Beğenir beğenmez ama yaptığın eserin bir çıktısı olur. Muhakkak beğenmeyebilir, çünkü açık bir sanat dalı. Resim heykel gibi değil. Sergiye bir heykel koysam beğenmezsem kaldırırım. Hiç kimse de görmez onu. Ama burada kaldıramam. Bu eser bu tarihte böyle oynanacak! Biraz yoktan var ediyoruz, ama Türkiye’nin şartları bu. Bu şartlarda bunu yapmazsam, sorun yaratırsam iyi olmayacağı kanısındayım. Ne şart olursa olsun, bu yapıldığı sürece varız! O önemli. Mücadelemiz bunun için. Şu koca temsilde beş kuruşluk para harcandı. Yoksa 2-3 yüz bin liralık projeyi biz 5-10 bin liraya hallettik. Bu aslında yeşil çimenler içinde oynanacak bir temsildi. Büyük kaya parçaları var, felsefi açıdan erişmesi zor! Onun içinde de sular var, herkes yıkanıp arınmaya çalışıyor. Öyle bitiyor aslında, arınarak çıkılıyor... Burada ise ancak böyle arınıyorlar, yat yere ve kal orada.
SANAT MİLİTERDİR
Konu, koreograf, rejisördür. Oyunun iyi olması için onun çok iyi olması lazım. Dansçının karın ağrısı koreografı ilgilendirmez. Yemek yemedi, başım dönüyor, bugün yapmayım... İlgilendirmez! Perde açıldığı zaman en iyisini verecek adam lazım. Ona göre de kontratını veriyor. Böyledir ama bu iş! Askeridir. Sanat militerdir. Bir kişi söyler, onlar yapar. Ben bugün yapamam, diyemezsin. Asker gibi, ‘Yürü! Hücum!’ dersin, yürüyecek. ‘Bir sigara kahve içmeden katiyen savaşmam’ diyebilir misin? Aynı mantık."