1 Mayıs, emek ve siyaset-2
Demokrasiye katılım ve sendikalaşma oranlarının yeterli olmadığı ülkemizde, emekçiler dahil toplum kesimlerinin sorunlarını çözmek siyasetin başlıca görevidir. Siyasi partiler, toplumsal taleplerin karşılanması yolunda etkili çözümlerini geliştirirken, işçilerin, emekçilerin, üreticilerin beklentilerini de doğru tahlil etmek zorundadırlar. Bu erekle de ilkin ve öncelikli inceleme alanlarından biri “işçilerin, emeğiyle geçinenlerin” oy tercihleridir.
Türkiye’de emeğiyle geçinen kesimlerin azımsanmayacak bir bölümünün, “liberal”, “muhafazakar” diye bilinen ve genelde “kurgulu düzene” çalışan (uygulamada piyasacı, “özelleştirmeci”, “IMF’ci”) partilere oy vermeleri, üzerinde çok daha derin değerlendirmeler yapılması gereken bir olgudur. Bu olgunun tarihsel, toplumsal nedenlerinin yer yöre ekonomik saiklerden daha baskın olduğu söylenebilir…
Emeğiyle geçinenler açısından “iktisadi akıl tutulmasına”, sosyal refleksin paralize olmasına varıyor, tarihe başvuruyoruz: Tıpkı, Osmanlı toprak düzeninde en büyük toprak ağasının devlet olması gibi, Cumhuriyet’in sanayi-öncülü evresinde en büyük işveren devlet olmuş; çok partili süreçte dahi sınıf bilincini kısmen örseleyen, ”yaşanması gereken” çatışmaları ve iç çekişmeleri, hatta “dengelenmeleri” öteleyen bu olgu, “iktisadi çıkarın” keşfi ve siyasal / sınıfsal bilinçlenme açısından güçlükler oluşturmuştur.
Büyük hayal kırıklıklarının tecrübesinde ve eriyen umutların terbiyesinde, tutunacak bir daldan yoksun yığınlar, düzenden, tarihten, gelecekten dışlanmışlardır. Sanayileşme ve kentleşme çeperinde patronunun iki dudağı arasında kalan işçi, her ‘savaşta’ köylüyle beraber en önde yürüyendir… “Değişim” ihtiyacı vardır, fakat ‘kurumlara’ güven yoktur. Bu sömürü düzenine karşı yegane dayanak, toplumsal dayanışmadır.
Daha iyi bir hayat sağlamak ve hakça bir düzen oluşturmak için “sola” yönelmesi ve siyaseten kurucu unsur olması beklenen emekçi ve üretici yığınlar, “kurgulu düzen karşıtlığını” kısmen el yordamıyla tanımlamışlar ve buna göre konumlanmışlardır.
Öte yandan, geleneklerimizden gelen ve işçilerimizin sosyal-kültürel dünyasında, iç dünyalarında, çok güçlü izdüşümleri bulunan “milliyetçilik” ve “muhafazakarlık” olgusu, siyasetin “merkezinde” yer alan en ilerici kesimler tarafından yeterince değerlendirilmemiştir. Toplumun üreten diğer kesimleri gibi sadece işçiler değil, aslında tüm Millet, 10 Kasım 1938’den beri bir anlamda “yalnızdır”. Sağduyu hırpalanmış, soldaki-yürek “ezilmiştir”.
Toplumun da, toprağın da siyasetin de birbirlerine “yabancılaşması” bundandır!
Tüm bu gelişmeler, yıllarca “Batı sermayesinin” önce pazarlama ortağı sonra da üretim paydaşı olarak, “ekonomide liberal”, ancak siyasette “seçkincilik” üreten çevrelere yönelik itirazları; söylemde radikal-değişimi vaat etse de, uygulamada kapsamlı bir eşitçilik getirmeyen siyasi akımların toplumsal tabanına taşımıştır.
Gerçekten liberal iktisadi anlayışın devri-daimi içinde, sistemden hak ettiğini alamayan milyonlar vardır. Bu döngüde “sosyal yardım” pratiği de, “sosyal adalet” teorisini yenmiştir.
(Bir not olarak eklemek isterim ki; sosyal yardım ihtiyacı olan için, ak sütü gibi haktır, sosyal adalet de, tesis edilmesi gereken güvenli bir liman, asude bir sığınak ve barınaktır)
Kuşkusuz halkçılıkla, milliyetçilikle, sosyal adaletçilikle örülü bir programı sahiplenmek ve halkla, emekle birlikte hayata aktarmak, en başta, bir tutarlılık ve ‘kadro’ sorunudur… “Özelleştirmeleri geri alacağım”, “Toprak Reformu Yapacağım” diyebilmek; geçerli ulusal bir kalkınma programını sergilemek; gerçekten insancıl sol bir düzen kurmak; işte buna yürek koymak, emek vermek gerekir.
Büyük davaları “davacıların kararlılığı” kazanır. Bozuk düzenden davacı; işçisiyle, üreticisiyle Millet’tir: Milletin ortak değerlerinin: “yapıcı milliyetçilik” ile “insancıl dindarlığın”, “dayanışmacı adalet” anlayışının; bireysel alandan toplumsal alana çıkığında, örneğin, iktisadi organizasyonların disiplinine katkılar sağlayacak veçheleri de vardır. Bu değerlerin, “halkçı ekonomi, “hakça paylaşım”, “sosyal adalet” diyen ilerici bir hareketin temel ilkeleriyle ve özüyle tümleşir olduğu da unutulmamalıdır.
EMEKLE BAYRAK, İMANLA AYDINLANMA
Sonuçta ne düzen ne siyaset; “böyle gelmiş olsa da, böyle gitmeyecektir”…
Emekle bayrak, imanla aydınlanma birleşecektir…
Kaldı ki, günümüz emperyalizmi artık açıktan ve “tam karşıdan” (işçi/işveren diye) hedef seçmeksizin ateş açmaktadır; emeğe ve ulus-devlete eş-anlı saldırı, halkları aç biilaç ezen mahfillerin eseridir ve bu koşullarda ulusal “savunma” bariyeri, kadim emek-sermaye çatışma veya uzlaşmasını, vatan savunması duyarlığıyla bağdaştırmayı gerektirmektedir.
İKTİSADİ ve SİYASİ ZAFERLERE
Nihayet, 1 Mayıs öncelikle işçinin bayramıdır ve daha fazlasıdır:1 Mayıs sanayi işçilerinin, köylünün, esnaf ve sanatkarın, emekten-gelen müteşebbisin, velhasıl tüm üretenlerin de bayramıdır… Hayat penceresine “soldan bakan” ve çalışma barışına, sendikasıyla, toplu pazarlığıyla, büyük emekler veren gelmiş-geçmiş yurtseverlerin ve ilericilerin bayramıdır.
Bugün alınteri döken Türk işçisi, vatanseverlik bayrağıyla yüceliyor; askeri zaferleri iktisadi zaferlerle taçlandırma ‘nöbetiyle’ ve bağımsızlık aşkıyla, Mehmetçik’le bütünleşiyor. Özümüz budur.. sözümüz şudur: Gereğinde savaşta en önde giden emekçilerimiz, ‘barışta’ ve iktisadi anlamda en arkada kalmamalı, hak ettiği yeri almalıdır.
İşçi ile işvereni akılcı bir iktisadi düzende buluşturan, toplumumuza dair ortak değer yargıları temelinde dayanışmayı taçlandıran, kayıtlı, kurallı bir piyasada, özel, kamu, halk sektörüyle ulusal gelişmenin dinamiğini hızlandıran, gençlerine iş sağlayan, dünyayla yarışan bir Türkiye özlemimizdir.
Nice 1 Mayıslar, emekle, bilimle, sevgiyle, dünyanın üreten apaydın yüzüyle kutlu olsun!
Aydınlık’ın notu: Sitemizde saat 12.00'de erişime açılan yazarlarımızın yazılarını, erken saatte okumak için dijital gazetemiz e-Aydınlık'a abone olabilirsiniz.