10 Bin Dolarlık demokrasi
GERÇEK REFAH PARAYLA ÖLÇÜLMÜYOR!
Bir zamanlar şöyle denirdi: “Kişi başına on bin dolar milli gelire sahip olursak, gerçek anlamda bir demokrasimiz olur!”
Bu hesapça, on bin doların bin dolar altı “faşizm” mi?..
Ya da bin dolar üstü “harikalar diyarı mı?”…
Değil elbet!
Kuşkusuz bu kolaycı denklem çoktan -ülke / bölge- çöktü.
Öyle ülkeler var ki, kişi başı gelir on bin doların altında ancak, sağlığından eğitimine ücretsiz kamu hizmetleri sağlıyor.
Öyle ülkeler var ki, kişi başına gelir “kağıt üstünde” yirmi bin dolar; ancak, orta direkten eser yok!
Önemli olan refahı hakça bölüşmek, güven veren bir sosyal güvenlik sistemine erişmek.
Dahası kalkınma / gelişme sadece parasal istatistiklerle ölçülmüyor artık: Kültürel ürünlerin tüketimi, tüketici haklarının geçerliliği, “seyahat edebilen” bir toplum ve birbirlerine “kaliteli zaman” ayırabilen ailelerin varlığı önemseniyor…
Halkın çoğunluğu böyle bir yaşam tablosu içinde yer buluyorsa “cebinde on bin dolar var mı yok mu fark etmeksizin” demokrasi de alabildiğine gelişiyor ve kurumsallaşıyor.
ARİTMETİK SERİ/GEOMETRİK SIÇRAMA
On bin dolar demokrasinin mutlak değeri, bariyeri, eşiği, “kontrol kalemi” değil.
Buna karşılık, ‘ekonominin vasatı’ kurumsal demokrasinin ‘istikrarı’ açısından elbette önemli.
Bu anlamda, demokrasideki veya genel sistemdeki ‘gediklere’ ekonomideki yetersizlikler penceresinden bakılabilir… Karşılaştırmalar da yapılabilir: Örneğin, 1970’lerde bizden daha “geride” olan Güney Kore veya bizimle benzer iktisadi hedefleri serdeden İspanya günümüzde neredeler, biz neredeyiz?..
“Kişi başına on bin dolar”, “kişi başına yılda okunan kitap sayısı”, “ailelerin seyahat olanakları” ve daha bir çok hedef açısından, biz belki dünümüzden “ileride” olsak da, büyük yolculuktaki rakiplerimizden halen gerideyiz! Biz aritmetik serilerdeyiz, onlar geometrik sıçramalar yaptılar.
ON BİN DOLARI BEKLEMEDEN…
Buradan alalım; önceki yazılarımda ekonominin matematiğine dair yaptığım vurguyu beraberce anımsayalım: Ekonomide dört işlemi sembolize eden bir matristen söz etmiştim … Buna göre, “toplama” milli gelirde artış, “çarpma” artı değerin tekrar üretime dönmesi, “bölme” milli gelirin hakça dağılımı ve “çıkarma” savurganlığı ve yolsuzluğu hayatımızdan çıkartmak olarak ifade edilebilirdi... Kestirmeden alalım en son işlemden “çıkarma”dan bir örnek verelim: Benim hesabımca kamu mahreçli yolsuzluklar her yıl enflasyonda yüzde on ek yüke neden olmaktadır. Özcesi, diyelim ki, bir ülkede yıllık enflasyon yüzde on olacakken, yolsuzlukların etkisiyle yüzde on bir olmaktadır. İşte o yüzde bir halkın bütçesi için büyük kayıptır.
Bu gibi olumsuzlukların ekonominin ve demokrasinin gelişme çağının hastalıkları olarak kabulünü ret etmeliyiz. Gelirimiz ne olursa olsun, toplum olarak iktisadi haklarımızı korumalıyız.
DİBE VURUP YÜKSELMEK
Durgunluk içinde fiyat artışlarını, satın alma gücünde erozyonu tecrübe ettik, ediyoruz.
“Dibe vuran” dünyamız, salgın sonrasına umut biriktirmek istiyor. Bizler de o hallerdeyiz!
“Büyüyen bir ekonomiye sahibiz” deniyor; öyleyse, gerileyen gerçek ücretleri, ricat eden doğrudan yabancı yatırımları, açık çıkan bütçeleri de konuşmak zorundayız. On bin dolardan önce, “geleceğimizi” arıyoruz! Türkiye, dertleriyle yüzleşmek zorunda… Dermanımızı ancak bu yolla bulabiliriz… Nerede hatamız varsa; hesaplaşmalıyız ve aşmalıyız.
İşte bu yaklaşım sorunlara vurgu yapmak kadar, o sorunların çözüm yollarına dair kapıları da aralamayı gerektir… Kişi başına milli gelir artışında veya sistem kalitemizde irtifa kaybının nedenlerini aramak, aynı zamanda demokrasi harcını da güçlendirmek demektir.
HAYAT PAHALILIĞI, GELİR DAĞILIMI, YOKSULLUK SINIRI…
TÜİK’e göre mayıs ayında enflasyon, tüketici fiyatlarıyla yüzde 16,59; üretici fiyatlarıyla
yüzde 38,33 arttı. Merkez Bankamız önümüzdeki dönemde dünya emtia fiyatlarındaki artışın yansımalarına karşı toplumu uyardı… Ekonomimizi borç batağından, dolar bağımlılığından, sıcak para arayışından arındırmak zorundayız.
Bununla birlikte, ihracatımız mayıs ayında 18.8 milyar dolara erişti ancak, dış satım içindeki ithalat ağırlığı azalmadı. İmalatta yerli hammadde tedarikini artırmadan, bu tabloyu ters yüz etmek olası değil…
Dahası, ara mallarda yüzde 47,76, dayanıklı mallarda yüzde 29,18, sanayi grup mallarında yüzde 29,49’luk artışın önümüzdeki çevrimde piyasada hareketlenme, harcamalarda ivme sağlaması olanaksız. Banka ve finansman sistemini üreticinin lehine yapılandırmadan, tüketici bütçesi ile tedarikçi zinciri arasında ahenk (uyum) sağlamadan ekonomiyi canlandırmak çok zor.
Geçenlerde Türk-İş açıkladı: 4 kişilik ailenin “açlık sınırı” 2.830 TL. “Yoksulluk sınırı” ise; 9.219 TL. Bu veriler itibariyle asgari ücret açlık sınırıyla anılıyor ve ülkemizde iş gücünün büyük bölümü de asgari ücretle çalışıyor. Türkiye’de en zengin yüzde yirmilik kesim, milli gelirin yarıya yakınını alıyor. Bu gelir çarpıklığını mutlaka düzeltmemiz gerekiyor. Bütçe, maliye ve gelir politikaları ile vergi sistemini yeniden değerlendirmek zorundayız.
Diğer yandan, ülkemizde kişi başına düşen milli gelir kadar (belki daha da önemli ve somut) bir olgu olarak, ailelerin yüzde altmışı tatile gidememekte ve de eskimiş eşyalarını yenileyememektedir. Bu “kanıksanmış yokluk” tablosunu düzeltmek kişi başına milli geliri yirmi bin dolara çıkarmaktan (!) çok daha kapsayıcı reformları gerektirir.
SOSYAL KALKINMA EKONOMİK GELİŞME
Türkiye geliri artırmalı ve adil dağıtmalıdır.
Kamu ağırlıklı üretken yatırımlara öncelik verilmelidir.
Piyasa fiyatlarını dengeleme ve istihdama katkısıyla KİT’ler adeta yeniden keşfedilmelidir.
Sanayimiz, katma değer sağlayan ürünler üretmeli, üretim bandında kullanılan hammadde ve ara mallar öncelikle yerel kaynaklardan tedarik edilmelidir.
Tarımın yaşamsal önemi unutulmamalı, gıda güvenliğini gözeten, iç pazara yeten, “artanı” da akılcı bir dış satıma yönlendiren bir üretim profili / ürün deseni tesis edilmelidir.
Planlama anlayışı her işin başına geçmelidir!
Türkiye, bor, toryum gibi madenlerine sahip çıkmalı, büyümeyi ithalata bağlamaktan, özelleştirmeyle borca batmaktan kurtarılmalıdır.
Kalkınma ve gelişmenin sadece parasal değerlerle değil, ‘sosyal hayata katılım’, ‘seyahat’, ‘kültürel ürünlerin tüketimi’, özcesi “yaşam kalitesiyle” ölçüldüğünün bilinciyle, Türkiye, sosyal alanlara, en başta da insanına yatırım yapmalı; demokratik kurumlarını, katılımın kanallarını ve hukuk devletinin işleyişini alabildiğine geliştirmelidir.
Gerçek zenginlik, bu gönlü zengin halkın umutlarını yaşatmak ve de yarınlara taşımaktır…