110 Günde Delirmek

Bu hafta sana yüz on günde nasıl delirdiğimi anlatacağım. Fakir, yazarlıkla geçinemiyor. Sadece yazarak geçinmek, Ece Temelkuran’ın yazar sanıldığı ülkelerde mümkün değil. Bu yüzden doğal olarak bir yerlerde maaşlı çalışmaktayım. SSK’da kayıtlıyım, AK Parti’nin almamam için uğraştığı zavallı bir kıdem tazminatım var, iş arkadaşlarım, patronum. Metroyla işe gelip gidiyorum. Pardon, gidiyordum. Yüz on gündür toplu taşıma aracına binmedim. İlk kez geçen hafta Babalar Günü’nde bizimkiler bir kafeye götürdü beni, plastik bardak - tabak ve maskelerimizle...

Yazarlık dışında var olduğunu belirttiğim işimi, mart ayında salgın başlayınca eve taşıdık. O gün bugündür, hafta içi en az bulunduğum yerdeyim: Evde. Yaşadığım sitede. Geniş bir insan kitlesiyle yaşıyorum sanırdım, küçük çevremle iç içeymişim meğer. Meğer dışarıda neler neler oluyormuş, fark etmemişim.

Kendimi hayvansever olarak tanımlamam ama hayvanları severim. Tüm canlıları bir miktar severim. Gel gör ki sevgim, “tüylü dostlarımızla” hayatımın çoğunluğunu paylaşmaya yetmiyor, özür dilerim. Belki sevgisiz biriyimdir, bilemem. Ama en azından halen düşünce özgürlüğünün varlığından faydalanıp fikrimi söylüyorum. Malum böylesi tercihler için, bir kısım insan, kendi seçimini tüm dünyanın doğrusu sandığından artık özür dilemek zorundayız. Sansınlar, sorun yok ama seçimleri yüzünden saygı bekleyenlerin tuhaflığı rahatsızlık verici. Tercihler, sahibini ilgilendirir. Kimse kimseye oruç tuttuğu / tutmadığı, sigara içtiği / içmediği, eşcinsel olduğu / olmadığı için saygı duymak zorunda değil. Ayrıca asgari sınırları zedelemeden her şey eleştirilebilir. Çok basittir.

Hayvansever değilim, olmadığım için de saygı beklemedim. Fakat sitedeki komşular bekliyormuş... Daha evdeki ilk günlerim, sabah yürüyüş yapıyorum. Koşmayı, yürümeyi severim. Önümde bir bey. Aklı başlında biri gibi görünüyor. Birlikte yaşadığı dört köpeği gezdirmekte, içlerinden biri, yolun ortasına öylece bırakıverdi. Beyimiz gidiyor. Almayacak mısınız kakanızı, dedim. Cevap: “Sana mı soracağım.” Sabır... “Beyefendi, bu şekilde olmaz,” dedim. Evren hepimizin, saygı duy falan, diye başladı. Bırak kardeşim evreni, şu karşısı çocuk parkı, size burayı böyle bıraktırmam, dedim. Vay dedi, tehdit mi ediyorsun. Benim de damarım tuttu mu tutar! He dedim, ediyorum. Polis çağıracağım, diyor. Dedim çağır, buyursunlar. O an farkındayım herkes deliymişim gibi bana bakıyor.

Sinir içinde apartmana giriyorum. Girişte, camda, “kedilerinizi tatil için komşularınıza bırakın” diye kırık, şirin bir çocuk yazısı. Posta kutularına da kalpli post-it’ler koyulmuş, sevgi böcekliği. Bir ara geçen yaz, apartmanın içinde takılan kediler geliyor aklıma, yaz mevsimi, cehennem sıcağında, apartmanda! Kapıya bırakılan çöp poşetlerini falan açıyor pisiler. Kimse şikâyetçi değil. O zaman anlıyorum. Kimse tepki göstermeyip sen gösterince, mahallenin delisi sen oluyorsun.

Ofise giderken metroda yaptığım işi salgın sürecinde sabah erkenden balkonda sürdürdüm: Okumak. En büyük keyfim. Karşı apartmanların birinde bir kadın, aynı saatlerde açıyor pencereyi, bağıra çağıra telefonda birisiyle konuşuyor... Bet sesi yetmez gibi karşı tarafın sesini de hoparlöre veriyor ki herkes duysun. Sonuçta evren hepimizin! Tüm hikâyelerini biliyorum artık. Bunun serseri kardeşi, Bostancı’daki ev kaça satmış, ötekinin kızı yakında nişanlanacakmış falan, hepsi bende!

Yan dairelerin birindeki müzisyen genç... Apartmanda yaşadığını bildiğinden kulaklık almış sağ olsun ama yaptığı bestenin Fatih’in topları gibi gümbürdeyen baslarını kontrol ederken bu müthiş aleti kullanmıyor. Daha net duymalıymış. Birkaç kez şaka yollu uyardım. Karşımda yine o “mahallenin delisi” bakışı. Sanki benim isteğim anormal, onunki normal. Küstü. İnsanımız küsüyor. Fakat o basların günün çeşitli saatlerindeki etkisini nasıl anlatayım?

Bu süreçte keşfettim. Apartmanımızda yaratık var! Gerçekten. Orta katta oturuyoruz, mecburen üstlerde de daireler mevcut. Fakat üstler acayip. İstanbul’u 1453’te fethedip nasıl halen yerleşemediysek henüz kimliğini tespit edemediğimiz yaratık da taşındığı eve tam yerleşememiş. Bunu bize günün çeşitli saatlerinde ispatlıyor. Sürekli bir şeyler bir yerlere çekiliyor. Bitmiyor. Sabaha karşı beşlerde, birtakım demir parçaları düşüyor yere. Belki evde odadan odaya metro yapıyor bizimki diyorum uykumdan sıçrayıp. Sonra yine çok ağır bir metal sürekli gıcırdayıp güm diye duvarlara çarpıyor. Simyacı falan mı acaba bu! Odalardan birine atölye falan mı kurdu? Yahu bir komşudan en fazla ne sesi gelebilir: Sevişme, kavga, bebe ağlaması değil mi; bizimki gümbürdüyor. Sabah altıda çivi çakma mı ararsın, gece yarımda masa sürükleme mi? Belki de odasında kara delik var diye düşünüyorum artık.

İnsanlığın beş milyon yıl önce öğrendiği yürüme eylemi de unutulmuş. Topukların üzerine öyle bir basıyor ki yaratığımız, yürüyebildiğini herkes anlasın. Evin içinde ne sandalyeye, ne koltuğa yeterli düzen tutturulabilmiş, sürekli her şey her yere doğru gacırdıyor. Ama sürekli. Belli saatlerde falan değil. Sürekli... Ben de çekiç aldım yanıma. Kitaplıkta duruyor. O hareketlendikçe vuruyorum tavana. Fıttırırsam arada dışarı çıkıp katları dinliyorum, kim bu diye. Tam üstümde oturan genç arkadaşlara soruyorum. Bu gümbürdeme, gıcırdama falan? Deliymişim gibi bakıp bizden değil diyorlar. Kibar çocuklar. Odama geçiyorum. Tam yeni haftanın yazısına başlayacağım. Bu kez karşıdaki kadın öğlen seansına geçiyor. Hayır, bitmiyor, bitmiyor, bitemiyor.

Komşular bana artık deli diyor...