12 Eylül'ün karanlığından Türkçe'nin aydınlığına
Son yıllarda genç yazarların, ozanların dilleri Osmanlıcaya ağdı. 1980’den sonra yetişenler Türk Dil Kurumu’nun 1983’e değin yaptığı çalışmaların verimlerini göremediler, öğrenemediler. Gencecik çocukların dilinde en ağdalı Osmanlıca sözcükler kol geziyor.
12 Eylül generallerinin her şeyi çok bilen baskıcı tutumları, ülkemizin en bilimsel çalışan kurumlarından birini yok etti.
Oysa Büyük Atatürk’ün öğrenciliğinden beri dil sorularıyla ilgilendiğini, cephelerde de yabancı dilbilimcilerden getirttiği kitapları okuduğunu biliyoruz. Onun neden dil sorunlarıyla bu denli ilgilendiğini çok kişinin düşündüğünü, bildiğini sanmıyorum. Büyük devrimcinin ereği hepimizin bildiği gibi yüzyıllardır Arapçanın gölgesinde unutulmuş Türkçeyi uluslaşmanın temeli görmüştür de ondan. Bunda da yanılmamıştır. Bugün Osmanlıca diye yırtınanların gerçekte ne Osmanlıca bildikleri var, ne güzel dilimiz Türkçenin anlatım olanaklarını görmüşler.
Atatürk’ümüzün 1932’ye değin öncelikli konuları çözdükten sonra Türk Dil Kurumu’nu kurması dilimizin bilim dili, sanat dili olacağına inancındandır. Gerçekte kurulduğu yıldan özekliğinin kaldırılıp devlet dairesine dönüştürüldüğü 1983’e değin yaptığı çalışmalarla Türkçeyi ayağa kaldırmış, gerçekten bilim dili, sanat dili yapmıştır Türk Dil Kurumu.
Yanlış bilmiyorsam 1970’lerde Türk Dil Kurumu’nun çalışmaları sonucu dilimize 40 bin yeni sözcük önerilmiş, bunlardan en az 10 bini dilin dolaşımında yerini almıştır. Yüzden fazla terim sözlüğü yayımlanmış, bilimi Türkçe düşünmenin yolları açılmıştır. Derleme, tarama sözlükleriyle Türkçe bütün görkemiyle ortaya çıkarılmıştır. Kimileri kendilerini Türkçeden büyük gördüğü için bilimsel terimlere değil Latince, İngilizce kavramlara gönül vermişler, dilimizi küçümsemişlerdir. Kimileri eski alışkanlıklarıyla sözcüklere bakmışlar, o sözcüklerin başka dillerini sözcükleri olduğunu düşünmemişler, dahası bildikleri yarım yamalak yabancı dille Türkçeye caka satmışlardır.
Son yıllarda gencecik yazarların dilinde duygu yerine his, ilgi yerine dillerine bir türlü oturtamadıkları alaka, kıyı yerine kenar, olanak yerine imkân, başlangıç yerine bidayet, son yerine nihayete… rastlıyorum. Türkçenin gömüsünden bir damla incelik, derinlik tatmayaların dilimize katacağı bir şey yoktur. Her ozan, her yazar, her sanatçı, her bilimci kendi alanının sözcüklerini de yaratmak zorundadır.
Dünyada pek çok soyun kendi dillerinin bilinciyle uluslaştığını bizim Osmanlıcılar, yabancı dil hayranları hiç bilmez. Zaten Uluslaşmak onlara göre değildir. Onlar Arapçanın kutsallığıyla beyinlerini boğmuş, gözlerini bağlamışlardır. Dünya tarihinden de, Türk tarihinden de, dahası insanlık tarihinden de habersizdirler.
Geçenlerde bir dost bir kitabını gönderdi: Bize Öz Türkçe Yaraşır. Belki bileniniz vardır. Bana kitap gönderinceye değin bu arkadaşımızın adını duymamıştım; bağışlasın. Ancak bir dil eri gibi çalıştığını kitabını karıştırırken şaşarak gördüm. Yılmaz bir Türkçe savaşçısı Tarık Konal.
Onun çalışmaları arasında ulusların kendi dillerine sahip çıkmalarının da tarihi var. Araştırdığı, ulusların hangi yüzyıllarda dillerini arıtmak için akademiler kurduğunu yazar Tarık Konal. Örneğin Macarlar 1539’da ilk Macar dilbilgisini ortaya koyarlar. 19. Yüzyılda da dillerindeki 10 bin yabancı sözcüğü ayıklarlar.
Finlerin ilk abecesi 1542’de yayımlanır. Fince’yi ulusal dil yapan Juhana Vilhelm Snelman’dır. (1866-1881)
18. yüzyılda Çekoslavakya’da bir eğitimci Komensky Latincenin baskısından bunalan öğrencilerine Çekçenin öğretim dili olabileceğini muştular.
Fransa’da dilin arıtılması 1960’ta, Almanya’da 1612’de arıtma başlarsa da 1533’te ilk dilbilgisi 1533’te yayımlanır. 1690-1790 arasındaki yüzyılda da Latinceden ayrılıp ulusal dilleri Almancayla eğitime başlarlar.
İspanya’da 173’te, Rusya’da 1724’te İsveç’te 1785’te Norveç’te 1840’ta dil akademileri kurulur. Yunanlar 1857’de Atina Akademisini kurarlar. Mısır’da 1933’te Arapça’yı, İran’da 1936’da Farsçayı ko ruma, geliştirme kurumları oluşturulur.
Bütün bunları Tarık Konal’ın kitabından öğrenirken Mustafa Kemal Atatürk’ün konuyu nasıl bir bilinçle ele aldığını da görüyorum.
Bizde bir dönem Atatürk’ün yaptığı Dil Devrimi’nden söz etmekten korkarak Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü fermanından dem vurdular. Elbette Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı çok önemlidir. 1250-1487 yılları arasında Anadolu’daki beyliklerin en güçlüsü olan bu beylik Osmanlının güçlenmesiyle egemenliğini yitirir. Sonuçta Türkçe de kendi kabuğuna çekilir. Osmanoğulları’nın Türkçe diye bir derdi yoktur. İslam’ın dili diye Arapçayı yeğlemişlerdir.
Bütün bunlardan şuraya gelmeye çalışıyorum: Türkçenin varlığı bizim varlığımızdır. Uluslar dilleriyle vardır. Dillerini yitiren ulusların tarihten silindikleri de bir gerçek.
Atatürk’ün kurduğu Türk dil Kurumu’nun, büyük önderin isteğine karşın özekliğini kaldırarak devlet dairesi yapanlar gerçekte bir hukuk cinayet işlemişlerdir. Bu cinayet ortadadır, işleyenler hesap vermeden bu dünyadan göçmüşlerdir ama kalıtçıları hâlâ onun kalıtını kullanmakta, ortaya Türkçeyi geliştiren hemen hiçbir çalışma koymadan, sözcüklerin anlamlarını bile iktidarın rüzgârına göre yazmaktadırlar.
Tarık Konal’ın kitabındaki örnekler öylesine ilginç, bir dil erinin yaptığı yapabileceği o denli çok iş var ki… Kimi sözcüklere alışkanlıkla değil de bilinçle, sözcüğün çağrışımlarını düşünerek Türkçenin sesiyle kazandığı anlamı derinliğine kavrıyorsunuz. Biliyorum ki bu kitaptaki kimi sözcük önerilerini kimileri çok aşırı bulacaktır. Ancak haksızdırlar. Bilimsel düşünen bir kafanın bu sözcükleri düşünmeden reddetmesi olanaksızdır. Edison’un ampulü buluncaya değin üç binden fazla deney yaptığı bilinirken bizim bir sözcüğün önerilir önerilmez sevileceğini, dile yerleşeceğini düşünmek de yanlıştır.
Örneğin yabancılarına vermeden şu sözcükleri sıraladığımızda siz sözcüğün köküne bakarak yakın bir anlamına varacaksınız:
yurtlandırmak-bildirmek-bölümlemek-yenmek-incinmek-soysuzlaşmak-sınmak-onarmak-övünmek-yetinmek-alımlamak-baltalamak-üleştirmek-gönenmek…
Siz bunların günlük dilde kullanıldığını biliyorsunuz. Bu güzelim sözcükleri bir kıyıya iterek yabancı sözcüklerle mi anlatacağız duygularımızı, düşüncelerimizi.
Dil Derneği, 1983’te yarım kalan bu savaşımı sürdürmek için kuruldu 1987’de. Bu denli etkin, bu denli bilimsel bir çalışma örneğini her dernekte bulmak zordur. Türk Dil Kurumu’nun yolundan sapan, bilimsellikten uzak, dahası iktidarın gölgesindeki keyfi çalışmalarını görünce Dil Derneği’nin neden kurulduğunu daha iyi anlıyor insan.
Bu dernek, 30. Yılını tamamlarken büyük bir dil özeği olmuştur. Çıkardığı yazım kılavuzuyla, sözlükleriyle, yazan çizen her aydının gerçek dayanağıdır bugün. Düzenli çıkan Çağdaş Türk Dili dergisi de dilcilerin, Türkçenin bilim erlerinin renkli yazılarıyla yolunu tuttu gidiyor…
30. kuruluş yılında kurucularından aramızdan ayrılan Dr. Haldun Özen, Ali Püsküllüoğlu, Beşir Göğüş, Mustafa Ekmekçi, Tahsin Saraç’ı, eski genel başkanımız Şerafettin Turan’ı sevgiyle anıyorum.
Sevgili Cevat Geray’a, Attilla Göktürk’e sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.
Bunca yıldır bu derneğin kahrını çeken, dünden bugüne arkadaşlarıyla birlikte derneği var eden Sevgi Özel’e, değerli çalışma arkadaşlarına, yazılarıyla, emekleriyle Çağdaş Türk Dili’ne yaşam veren yazarlarımızı, ozanlarımızı sevgiyle kucaklıyorum.