13. yüzyılın bir kurumu, 21. yüzyıl toplumunda neden yer almamalı? Abdülbaki Gölpınarlı: Tarikatlar devrini tamamlamış, tarihe karışmıştır

Yine mi tarikat konusu? Bu asırlık yarayı kurutmak yerine, neden hala gündemimizde bulmaktayız ki? Elazığ’daki bir tarikat yurdunda kalan genç öğrenci arkadaşımız Enes Kara’nın, göz göre göre bunalım sonucu intiharı, ülkemizdeki tarikatler ve onların günlük yaşama etkileri konusunu bir kez daha önümüze getirdi. Zaten hemen her sene, benzeri birtakım olaylar nedeni ile tarikatlar tartışmaya açılır, ama konu açıldığı gibi hemen kapatılır. Aslında bu, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana böyle olmaktadır. Marshall Planı yardımlarının Türkiye’ye aktığı, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin güneyden kuşatma planları yapıldığından beri, Türkiye’de daha önceleri oldukça önemli şekilde kontrol altına alınmış olan tarikatlar, planlı şekilde serbestleştirilmişti. Yasalara göre yasak olmasına rağmen, oldukça açık bir şekilde faaliyet gösteren birçok tarikat, toplum içinde bölünmelere sebep olacak derecede önem kazandı yıllar içinde. Ve yine ABD’nin bilinçli projelerinin parçası olarak günümüzdeki yerlerini aldılar. Siyasetin her kademesinde, eğitimin her aşamasında, toplumun her alanında varlıklarını görmemek ve duymamak mümkün değil şimdilerde.

YUNUS’U YETİŞTİREN TEKKE İLE BUNLAR AYNI OLABİLİR Mİ?

Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğini bitiren Türkiye’de, 13 veya 14. Yüzyıla ait bir kurumun hala şiddetli şekilde yaşıyor olması, çok ilginçtir ve hayal kırıklığı yaratacak derecede problemlidir. Ama bu benzerliğin sadece isimde olduğunu iddia etmek isteriz ve bu konuyu tartışmaya açmak gerektiğine inanmakta olanlardanız. Yani, Türk kültürüne Yunus Emre’leri, Mevlana’ları, Pir Sultan’ları, Niyazi Mısri’leri hediye eden bu kurumla; günümüzdeki tecavüzlerle, intiharlarla, yolsuzluklarla ve politik ayak oyunları ile gündemden düşmeyen tarikat kurumunu aynı ve eşit mi göreceğiz acaba? Tasavvuf, tarikat, tekke, şeyh, mürid, mürşit, zikr gibi bu kurumla ilişikili terimler, hala 13 veya 14. Yüzyıldaki anlamlarını koruyor olabilir mi? Aradan geçen 700 senede, o kurumların doğumuna sebep olan tarihi, ekonomik, sosyal ve dini şartlar, hiç değişmeden kalmış olabilir mi? Yunus Emre’nin günlerindeki Selçuklu iktidarı, sonraki onlarca Beylikler, o kocaman Osmanlı İmparatorluğu neredeler diye sormak gerek o zaman! Yedi asırda, hemen herşeyin değiştiği Türk toplumunda, bahsettiğimiz tarikat anlayışının da, onunla bağlantılı hemen her kavramın da, hem de kökten değişikliklere uğradığı apaçık ortadadır. Öyleyse, Yunus Emre’yi 700 sene öncesinin Anadolu’sunda yetiştiren ve bize armağan eden “tarikat”ın da kökten değişmiş olabileceğini düşünmek ve bunu tartışmak gerekmez mi? Bugünkü tarikatların neden olup da bir tane bari Yunus Emre yetiştiremediğini sorgulamak hakkımız değil midir? Daha doğrusu, bugün bu kurumların içinden bizim sevgili Yunus Emre’mizin çıkma olasılığı bile var mıdır ki?

Veled Çelebi İzbudak: Konya mevlevihanesi postnişliğinden milletvekilliğine...

HER KURUM ANCAK İÇİNDEN ÇIKTIĞI ZAMANA HİZMET EDER

Bu sorulara, Türkiye’nin tarikat ve tasavvuf konusunda yetiştirdiği en büyük Cumhuriyet insanlarından olan değerli hocamız Abdülbaki Gölpınarlı cevap versin bizlerin yerine. Onun 1969’da kaleme aldığı “100 Soruda Türkiyede Mezhepler ve Tarikatler” kitabından aldığımız, şu çok kısa fakat bu konudaki en yetkili düşünceler, bulabileceğimiz en iyi cevaptır bizce. Hele de, bu çok önemli kitabın son sayfasında, kısadan hisse olarak yazdıkları aşağıdaki düşünceler, çok açık mesajdır bugünün Türkiye toplumuna.

“Her fikir hareketi, o hareketi geliştirecek bir ortamda doğar, hız alır yürür. Tasavvuf da, İslamın düşünce ve inanç bakımından bölünme devresinde o eski dinlerin yerleştiği bölgelerde gelişti. Sufiler bir kuvvet haline gelince, devrin iktidarları bunları kendilerine bir dayanç yapmak, istediği yöne itmek için dergahlar kurmaya, vakıflar bağlamaya koyuldu. Böylece bir sufiler sınıfı meydana geldi.

Tasavvufu benimseyenlerin içlerinde ileri fikirlilerin de bulunduğunu, klasik dini ve dindışı şiiri, müziği, bütün kollarıyla sanatı ve bilgiyi, biraz rindane düşünmeyi, düşünce sınırlarını medresenin dar çerçevesinden taşırmayı, biraz soluk almayı sağlayanların bunlar olduğunu inkar edecek değiliz. Tarikatçı, bilgisiz olsa bile, biraz daha insani düşünceye, biraz daha hoşgörürlüğe sahip, ama gene de bu zümre herşeyiyle ayrı bir zümre, ayrı bir elit sınıf haline gelmişti. Gene de bilgisizlerinde, medrese yobazlığına karşı bir tekke yobazlığı şahlanmıştı. Söz gelimi, tarikate girmeyenleri müslüman saymayanlarını bile gördük bunların.

‘16 KASIM 1925: ARTIK TOPLUM BAŞKA BİR YÖNDE’

Son devirlerde, 18. yüzyıldaki Islahat hareketlerinde , meşrutiyette, hatta İstiklal Savaşında bile, tarikatler bazı kere Doğudaki isyanlar gibi, bazı kere Mevlevi Alayları, Alevilerin, Çelebi Cemaleddin tarafından hükümeti desteklemeleri gibi, ileri fakat verimsiz hamlelerde bulundular. Fakat artık toplum başka bir yöne dönmüştü. Mistisizm verimsiz bir zayıflığa düşmüştü. Sonunda Atatürk, 16 Kasım 1925’te tarikatları kaldırdı, tekke ve zaviyeleri kapattı. Böylece görünüşte Türkiye’de tarikatler son buldu.

Tarikatler kalkmıştır. Fakat gene de yer yer, tarikatlerin bulunduğunu, tarikatçilerin faaliyetlerini duyuyor, öğreniyoruz. Bunu bir irfan, yahut bir bilgi bir inceleme ve eleştirme konusu yapanların, bunu bir zevk ve neşe halinde yaşayan ve yaşatanların, toplumumuza zararları değil faydaları dokunur. Fakat şeyhliği bir gericilik vesilesi, bir sömürme, bir nüfuz sağlayış aracısı olarak yürütmek, inananları vergiye, şekle bağlamak, onları ayrı bir sınıf haline getirip bağnazlaştırmak, şüphesiz zararlı bir şeydir.

Bizce tarikatler ve tasavvuf, bugün bir irfan zevkidir. Devrini yaşamış, artık gönüllere mal olmuş, tarihe intikal etmiştir. Son sözümüz de ancak budur.”

(Kaynak: Abdülbaki Gölpınarlı: 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler Gercek Yayinevi, 1969)

Gölpınarlı üstadımızın tarikat ve tekkelerle ilgili duygularını, tekkelerin kapatılması sırasında Mevlevi’lerin Konya Postnişini olan Veled Çelebi İzbudak’ın küçük bir şiiri ile tamamlayalım. Atatürk’ün, Yusuf Akçura’nın ve Ziya Gökalp’ın yakın çalışma arkadaşlarından, ilk meclislerde 20 yıl boyunca milletvekilliği yapan ve Mevlana’nın neslinden gelen Veled Çelebi İzbudak, 1925’teki Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması kanunu çıktığında, bu kanuna ve bunun sosyal sonuçlarına ilişkin duygularını şöyle ifade etmişti:

“Hak ehli olunca içimizden kayıp,

Cahiller İslami yaymaya başlayıp

Beyhude figan etmeyelim layıktır,

Dergahlarımız boş idi, oldu kapanıp”

(Veled Çelebi İzbudak; Tekke’den Meclis’e Sıra Dışı Bir Çelebinin Anıları, İstanbul,Timas Yayınları, 2009, s. 147.)