15 Temmuz’un laiklik dersi

15 Temmuz’un yıldönümü hem anmalara hem de durum değerlendirmelerine sahne oluyor. Muhafazakâr yurttaşlarımızın zannettiğinin aksine FETÖ’ nün ne kadar hain bir örgüt olduğuna ilişkin büyük bir zihinsel berraklaşma yaşandı. Ama bununla ilgili pek konuşulmayan bir boyut var. O da, insanların dini ihtiyaçlarını karşılayan bir ‘cemaat’ olduğu zannedilen bu yapının neden iktidar olmaya dönük böylesi bir hırsa sahip olduğu.

15 Temmuz’da yaşadığımız olay, dini bir düzen kurmak isteyen illegal bir partinin iktidar olma çabasıydı. Kalkışmanın dış güçlerle ilişkisi, FETÖ’nün gerçekte emperyalizmin taşeronu olduğu gibi boyutları bir tarafa bırakırsak, bu örgütün mensuplarının ve onlara yakın duran, yardımcı olan insanların temel motivasyonunun samimi din duyguları olduğu ortadadır.

Devlet, ekonomik kaynakları ve toplumsal statüleri dağıtan, toplumun örgütlenmesini sağlayan en önemli siyasal kurumdur. Siyasal amaçların güç merkezini devlet oluşturuyor. Bu nedenle insanların dinlerini daha iyi öğrenmelerini, dinsel ihtiyaçlarını karşılamalarını ve din eksenli bir toplumsal dayanışma ağı içinde yaşamalarını sağlayan topluluklar, devletin içinde kadrolaşma, yığınaklar yapma ve siyasal amaçlı örgütlenme içine giremezler. Tersinden söylersek bir tarikat ya da cemaat devlet içinde kadrolaşıyorsa, aslında bir siyasi partidir. Nitekim FETÖ de teokratik bir siyasal düzen kurmak amacıyla hareket eden illegal bir siyasi partiydi.

15 Temmuz kalkışmasının birinci yıldönümünde, FETÖ’nün tasfiyesinden sonra boşalan devlet kadroları konusunda tarikat savaşları yaşandığı görülüyor. Üstelik basına yansıdığı kadarıyla en gözde kadrolaşma alanları arasında yine polis, jandarma ve yargı gibi devletin yaptırım gücünü temsil eden kısımları geliyor. Bunun anlamı ülkemizde dini yapılanmaların gerçekte kendi din anlayışlarını devlet gücü aracılığıyla bütün topluma bir elbise gibi giydirme iddiasını sürdüren gizli siyasal partiler olduklarıdır. Peki, bunun sakıncası ne?

Dini yapılar kendi doğrularını kutsal kaynaklara dayandırdıkları için, demokratik müzakere alanının dışındadırlar. Örneğin bir FETÖ’cü ile tartışamazsınız. Çünkü o Allah’ın kullarından ne istediğini herkesten daha iyi anlamış olduğuna inanır. Neyin en doğru olduğuna dair görüşleri dünyevi kanıtlardan temellenmez. Onun doğruları, aslında onun doğruları değil, Allah’ın emirleri ve kutsal kitabın gerekleridir. Allah’ın hangi konuda neyi emrettiğini en iyi o ve mensup olduğu örgüt anlamıştır. Yüzlerce tarikat ve cemaatin her biri, diğerlerinin yanlış kendilerinin doğru olduğuna samimiyetle inanır ve toplumsal ilişkilerini bu örgütsel iman üzerinden inşa eder. Kendi inançlarını, bir başka deyişle dini anlayış ve yorum biçimlerini kutsal kaynaklara atıfla temellendirdikleri için demokratik tartışma, müzakere ve birlikte yaşamaya izin veren muhtemel birer yorum olarak değil tartışılmaz gerçeğin ta kendisi olarak algılamaktadırlar. İşte bu algı devlette kadrolaşarak kendi inanç yorumlarını bütün topluma dayatabilecekleri düşünce ve iddiasına yol açar. Hiç şüphesiz bu durum demokrasinin ve kamusal alanın çöküşüne yol açar.

Örneğin bir süre önce Ahmet Mahmut Ünlü’nün (Cübbeli Ahmet) işten çıkarılanlara kıdem tazminatı ödenmesinin caiz olmadığına ilişkin sözleri gündeme gelmişti. Buradaki temel sorun, bu sözlerin liberal görüşlere sahip ‘yurttaş Ahmet’ sıfatıyla bir kanaat olarak söylenmemiş olmasıdır. Normal şartlar altında sağ ve sol partiler arasında bir yorum ve uygulama farkı yaratacak dünyevi bir program meselesi olan kıdem tazminatı konusu, üzerinde dini bir otorite olduğunu anlamamızı sağlayacak bir kıyafet olduğu halde ve dini kaynaklara atıf yaparak konuşan bir kişi tarafından dinin yani kutsal alanın içine alınmış oldu. Kıdem tazminatının uygunluğu gibi dünyevi bir konu din adamları tarafından kendi bilgilerinin, idraklerinin, içinde bulundukları tarihsel ve toplumsal koşulların izin verdiği ölçülerde dinselleştirildiğinde, o tazminatı talep eden işçinin karşısında artık Allah var demektir. Böylelikle o işçinin kıdem tazminatına el koyan hükümet artık Allah’ın sopasını elinde tutmaya başlar. Ortaçağ tarım devletlerinin hiçbirinde meşru bir muhalefet düzenine izin verilmemiş olması, siyasal alanın dinselleştirilmesi ile yakından bağlantılıydı.

Laik olmayan bir insan kaynağının kamusal tartışma ve demokrasi zemini açısından nasıl sadece bela üreteceğini FETÖ kalkışması yeterince acı biçimde göstermiş oldu. Öte yandan insanlar değil kurumlar laik olur iddiasının nasıl bir masal olduğu artık daha iyi anlaşılıyor olmalı. Laik birey inançlı olup olmamakla değil, dinden anladığı ve kendisine olabilecek en doğru din anlayışı olarak gördüğü değerleri başkalarına dayatamayacağını kabul etmesiyle ayırt edilir. Laik olmayan insan kendi inanç yorumunu ve idrakini bütün topluma devlet gücüyle dayatma hakkına sahip olduğunu zanneden insandır. Laik olmayan birey açısından önemli olan sizin dindar olmanız değil, sizin dindar olup olmadığınıza onun karar verecek olmasıdır. FETÖ’cülerin kendilerinden olmayanlara karşı nasıl içe dönük bir sosyal sistem kurduklarını hatırlamak öğretici olabilir.