1923’te bir belediye binasında konuğum olun

Sürecin sonuna geldik. Bir milyondan fazla aday yarışacak. Şehirlerimizi emanet edeceğimiz kişileri seçeceğiz. Şehremini, ben doğup büyüdüğümde artık İstanbul’un kenarında kalmış bir semtti. İşte ta o zamanlar basıp geçmemiş, toprağımızın adının anlamını öğrenmiştim. Çok önemliymiş!
Osmanlı İmparatorluğu’nda saraydaki dört “eminden” biri. Saraya ve kamuya ait binaların onarım ve inşa işleri için gerekli olan malzemeyi sağlamak, inşaatlara nezaret etmek, işçi ücretlerini ödemek, bunlarla ilgili hesapları tutmak, saraylarla padişah hareminin giderlerini karşılamak şehremininin başlıca görevleri. Daha bir dizi var... saymayayım. Evliya Çelebi şehremininin sahip olduğu bu geniş yetkileri, “Gökte uçan ve yerde gezen ve deryada yüzen cümle bu şehremini masârifiyle olur” diye tanımlıyor...
ŞEHREMİNİ’NDEN BELEDİYEYE
Ne zaman kurulduğu konusunda kesin bir bilgi yok, ancak Fatih Sultan Mehmed döneminde kayda geçmiş. II. Mahmut bilindiği gibi bütün merkezi devleti düzenliyor. Şehreminlerin de görev alanları o sırada belirleniyor.
Bugünkü anlamına kavuşması 1853-1856 Kırım Savaşı sürerken olmuş. Savaş sırasında İstanbul’un nüfusu, gelen yabancı ordular nedeniyle çok artınca şehirde çözülmesi gereken sorunlar çıkmış. Meclis-i Âlî-i Tanzîmat’ın yaptığı düzenleme teklifi üzerine 25 Temmuz 1855’te şehremanetinin kurulması kararlaştırıldı. Halk, esnaf ve hükümet temsilcilerinden oluşan bir şehremaneti meclisi de var. 1864’te Vilâyet Nizamnâmesi’yle birlikte önemli merkezlerde belediyeler kurulmaya başlandı. “Şehremini” adı Türkiye Cumhuriyeti’nde bir süre daha kullanıldı. 3 Nisan 1930’de kabul edilen belediye kanunuyla şehremini ve şehremanetinin yerini resmi olarak belediye başkanları ve belediye meclisi aldı. Biliyorsunuz bu aynı zamanda kadınların seçim haklarını elde etmelerinin başlangıcı.
YENİ ATILIM
Gelin şimdi sizi 1923 yılının Mart ayına götüreyim.
Bir belediye binasına.
Mustafa Kemal yine yollarda.
Adana, Mersin, Tarsus, Osmaniye, Karaman, Konya, Afyon, Kütahya... Çiftçisiyle, esnafıyla, tüccarıyla, öğretmeniyle, genciyle yaşlısıyla bütün halkıyla konuşuyor, dinliyor. Belli ki Cumhuriyet’in ilanına hazırlık başlamış. Lozan görüşmeleri daha sürüyor. İçeride çok tartışmalar var. Ama Türkiye yeni bir atılıma hazırlanıyor.
Mustafa Kemal 15 Mart’ta Adana Türk Ocağı’nın anı defterine şöyle yazmış:
“Bu ocağın ateşi çok, pek çok eskidir. Onu, asırlarca söndürmeye çalışmaktan geri kalmadılar. Fakat, buna her teşebbüs edenin ocağı söndü. Çünkü? o mu teşebbisler, düşünmüyorlardı ki, Adana Türk Ocağı en asil Türk ocaklarının kızgın ateşleriyle daima büyütülmüştür. Ocağın bugünkü nurlu alevi her kalbi aydınlatıyor. Ben, bugün bu alevin sıcak temasında derin sevinç ve saadet hisleri duydum.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.15, s.205)
HAZİN VE KARANLIK GÜNLER
23 Mart Cuma günü. Mustafa Kemal eşi Latife Hanımla birlikte Konya’dan Afyon’a gelir.
Binlerce kişi onları sokaklarda, evlerin damlarında heyecanla, sevinç gözyaşlarıyla, alkışlarla karşılar.
Gece “Karahisar’ın muhterem ahalisini temsil eden belediye heyetiyle” görüşür.
Konuşmasının başında “Karahisar’ın düşmanın zulüm ve cefasına düşmeden evvelki bir günü?” hatırlar. Yine aynı yerde, karşıdaki odada halkla dertleşmiş.
Gözleri dalar, “o hazin günlere” gider:
“O zaman düşman Karahisar’ı işgal edebilecek bir vaziyette ve ordumuz henüz buna mani olamayacak bir mevkide idi. Halk, vaziyeti hal ve tavrıma bakarak benden anlamak istiyor, ben hakikati izahtan kaçınmaya çalışıyordum. Gözlerimizin karşılıklı manalarında gelecek felaketin endişeleri okunuyordu. Ağzımdan teselli edici kelimeler dökülmekle beraber, masum halk benim çehremden, tereddüdümden, vaziyet ve tavrımdan hakikati sezmişti. Lakin buna rağmen metindi, mütevekkildi, azim ve iman ile mukadderatına tevekkül gösteriyordu. O mukadderat ki, bu beldenin Yunanın pençesine düşmesiydi. İşte bu beldenin halkı o zaman onu metanetle karşılamıştı; bunu daha sonra fiilen de ispat etti. Bu belde geçici bir zaman için bizden ayrı kaldı. Buna rağmen zehirli çember içindeki kardeşlerin kahramanlığını ve yüksek hissiyatını öğreniyorduk. Düşmanın her türlü baskısına, hunharlığına rağmen halkın yine vatanperverane hissiyatını göstermekten kaçınmadıklarını öğrenmekle iftihar ediyordum. Nihayet bu kıymetli beldeyi düşmandan kurtarmak ve düşmanı vatandan atmak zamanı gelmişti. Son taarruz vaki oldu. Karahisar ve Karahisar’ın fedakar ve hamiyetli halkına, aylarca düşmanın haksızlık ve zulmünü çeken cefakar ahalisine bir an evvel kavuşmak için bu şehre girdim.”
Ancak durmak olası değil. Düşmanın peşinde son darbe indirilene kadar kovalamak gerekiyor. İşte bugün şükranlarını sunmaya gelmiş.
GEÇMİŞ DEĞİL GELECEK
Ama Atatürk her zaman geçmişe değil, ileriye bakar. Ancak geçmiş; hele de o günler... “çok istifadeye ve feyz almaya değerdir.”
Mustafa Kemal, Belediye Başkanı Bekir Efendinin “bilinmesi lazım gelen hakikatlerden geniş bir kavrayışla haberli olan, iftihara değer” konuşmasını dinledikten sonra şunları vurgular:
“Hakikaten bütün millet fertleri ve bütün halk bu hakikatleri tanıdıktan, milletin çektiği acıları ve gördüğü felaketleri böyle idrak ettikten, kurtuluş yolunu böyle açıklıkla anladıktan sonra o kara günlerin dönmesine imkan ve ihtimal yoktur. Ben milletin bir ferdi sıfatıyla sizlerde bu vukuf ve idraki görmekle haz ve saadetler içindeyim.”
İlk önce, Belediye Başkanının övgü sözlerine yanıt verir:
“Her vakit tekrar mecburiyetinde kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir teşebbüste o nayak olmuşsam, bu hizmet ve teşebbüsün asli kaynağı, hürmetler ve muhabbetlerle bağlı olduğum, bundan sonra da hürmet ve muhabbetle saadet ve ikbaline varlığımı hasredeceğim, hayatımı vakfedeceğim aziz milletime, sizlere aittir.”
Bu, o gün için de bugün için de anlamlıdır. Atatürk gitti, iş bitti olmaz. Kendisi gideceğini biliyor, özellikle bu görüşü çok sık vurgular. Görev milletindir.
Geçmişi öğrendik, feyz aldık, kurtuluş yolunu anladık.
İlerleyeceğiz.
NASIL KAHRAMAN OLUNUR
Gelin devamını da dinleyelim:
“Efendiler, bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, fevkalade işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulunabilir, lakin öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki genel bir hissin, genel bir iradenin, milletteki bu genel ihtiyacın etkeni, ifadesi ve temsilcisi olsunlar. Bu milletin fikirlerine ve hissiyatına yakından vakıf olmaktan, aziz milletimde gördüğüm kabiliyet ve ihtiyacı ifadeden başka bir şey yapmadım. Onun bu kabiliyet ve hissiyatına olan vukufumla iftihar ediyorum. Milletimdeki bugünkü zaferleri doğurabilecek hassayı görmüş olmak, bütün bahtiyarlığım işte bundan ibarettir. (Alkışlar.)”
Atatürk’ü Atatürk yapan işte budur.
Gerçeği görmek.
Önceden görmek. Öncü olmak. Öncülük etmek.
Zafere gidecek yolu açmak.
Parmak hesabına baksaydı, bugün belki de hâlâ sayıyor olacaktık.
Bekir Efendi konuşmasında tarihten söz ederken “bazı cihangirlerden, fatihlerden bahis” buyurmuş. Mustafa Kemal onu da değerlendirir. Tarihi olayları incelemek, “kahramanları ve cihangirleri” olaylarla karşılaştırarak değerlendirmek gerekir. Napolyon’u anlatır, Osmanlı padişahlarından örnekler verir.
“Tarihte şanlar, şöhretler kazanmış pek çok insanlar milli noktadan fazilete sahip” değildir der.
“Milletlerden ibaret toplumlar, birer hükümet teşkili zaruretindedirler. Lakin bu zaruret toplumun kendisini muhafaza etmesi içindir...” diye devam eder.
“Nitekim Osmanlı devleti de, milleti değil şahısları düşündüğü için, milletin hayati ihtiyaçlarını temin değil, şahısların şan ve ihtirasını tatmin ile hareket ettiği için çökmeye ve düşmeye başladı. Nihayet yokluğun mezarına gömüldü?.”
BAŞARININ DENENMİŞ YOLU
Peki, bu başarı nasıl elde edildi? Bundan sonra ne yapmak gerekir?
“Milletimiz bu kadar sarsıntılardan sonra, asırların bu kadar tahribatından sonra, nihayetsiz yoksulluklara rağmen yeniden uyanmış, azim ve iman ile yeniden ayağa kalkmış, son bulmuş Osmanlı devleti yerine yeni Türkiya devleti halinde mevcudiyet arz eylemişse, bu, milletimizin kendi hukukuna, kendi hakimiyetine, kendi benliğine sahip olmasından, hukukundan ve milli menfaatları haricinde emellerden kaçınarak yürümesinden husule gelmiştir. Milletimiz aynı yolda yürüdükçe hakikaten sonsuz olacağına şüphemiz olmamalıdır.”
Ama artık Atatürk yok!!
Ona da yanıt tekrar tekrar var:
“Benim şahsen kuvvet ve kudretim, halkın bana gösterdiği emniyet ve itimattan ibarettir. Bu itimat devam ettikçe ben de bu itimada layık olmakta devam edecek ve geleceğe bu karşılıklı emniyetle hep beraber yürüyerek inşallah pek az zamanda millete refah ve saadet verecek olan büyük gayemize varacağız. (şiddetli alkışlar.)” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.15, s.261-263)
Savaşın o karanlık ve umutsuz günlerinden, Afyon’un o belediye binasındaki küçücük odadan büyük aydınlığa nasıl ulaşıldı...
Ve daha ileri, daha ileri gayelere nasıl ulaşılacak...
Kendimize güveneceğiz.
Milletimize güveneceğiz.
Milletimize güvenen siyasi iradeye, örgüte ve lidere güveneceğiz.
Atatürk gibi olacağız. Dediği gibi yapacağız.
Kentimizi, milletimizi, vatanımızı doğru ellere emanet edeceğiz.
İyi seçimler, efendim.

23 Mart 1923 günü Konya’dan Afyon’a hareket eden Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Afyon’da kalabalık bir halk kitlesi karşılamıştır
Meydanı, sokakları, evlerin pencerelerini, damların üstünü dolduran on binlerce halkın yaşasın sesleri ve sevinç gözyaşları, alkış tufanları içinde halk tarafından hazırlanan arabaya binen Gazi Mustafa Kemal Paşa ve eşi, iki saat kadar ikametgâhlarında dinlendikten sonra, akşamüstü Türk Ocağı’ndaki çay ziyafetine katılmışlardır. Gazi’nin ziyareti sırasında Ocak Başkanı Namdar Rahmi (Karatay) Bey bir konuşma yaparak, Afyon halkının Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya karşı duyduğu minnettarlığı ifade etmiş, bir buçuk ay önce açılan Türk Ocağı’nın faaliyetlerinden bahsetmiştir. Türk Ocağı tarafından 6 tane çırak mektebi açıldığını ve bu mekteplerde 500 çırağın, Ocak azaları tarafından temin edilen bir matbaada yeni bir gazetece çıkaracaklarını belirtmiş Ocak matbaasında basılan bir destanı okumuştur. Konuşmasından, Ocağın teşekküre değer faaliyetlerini işitmekten ve bir saattir gençlerle yapılan samimi sohbetten çok memnun olan Gazi Paşa, ayağa kalkarak şunları söylemiştir;