2016’da Türk Sineması
Adettendir, yıl sonlarında her bir şeyin muhasebesi yapılarak yeni yıl karşılanır. Tıpkı eski yılbaşı kartlarında olduğu gibi: Oldukça yaşlanmış bir dede görünümündeki eski yıl, sırtladığı çuvalla bir yerlere giderken, çocuk görünümündeki yeni yıl da tüm tazeliği ile bizlere gülümser. Bir küçük çocuğun bir yıl içinde bu denli yaşlanabileceği gerçek dışılığını görmezden gelirsek, bu tür çelişkiyi ancak, yitip giden yılın tüm ağırlıklarından kurtulmanın hafifliğiyle, yeni yılın geleceğe ilişkin öngörülmek istenen sevinçleri olarak algılayabiliriz.
Tanrıya şükürler olsun ki sinemamız yaşlanmıyor, her yıl bir öncekinden daha çok gençleşerek karşımıza çıkıyor. Tabii ki bu “gençleşmenin” nitelikten çok niceliksel olduğunun da altını çizmeliyiz. Gerçekten de, Türk sinema tarihinin hiçbir döneminde görülmeyecek denli çok sayıda genç ilk filmlerini yaparak sinemaya giriyor. Bu yıl da neredeyse filmlerin yarısına yakınına imza atanlar, yine gençler, yani ilk filmlerini yapanlar...
BELLEKLERDE KALANLAR HANGİLERİ
Artık -biraz abartarak- Türkiye’de eline kamerayı alan -ya da kameraya sahip olan— herkes film çekiyor diyebiliriz. Zaten sorun da burada başlayıp burada bitiyor. Ya da sinemamızın ana sorunlarının kaynağı, böylesine bir durumdan ortaya çıkıyor.
Sinemamızda bu yıl da -diğer on, on beş yılda olduğu gibi- üç türde film yapılıyor. İlki, yaygınlık kazanan arthouse ya da daha yaygın söylenişiyle festivallik, minimalist ve nihilist yaklaşımlı filmler... İkincisi, “hoş ama içi boş” sinema denen yedinci sanatın, ne sanat ne de eğlencelik yapısıyla uzak yakın hiçbir benzerlik içermeyen, TV’deki skeçleri anımsatan -anımsatan da ne demek, aynen onların perdede yinelemesi olan- kitlesel güldürüler... Üçüncüsü ise, neredeyse artık nesli tükenmeye yüz tutan, zaman zaman karşımıza çıktıklarında ise, bizlere sinemanın o tadına doyum olmaz hazlarını yaşatan, yalnızca düş şatolarının loşluğunda izlendiklerinde değil, dahası yaşam boyu belleklerde takılakalan yanlarıyla da iz bırakan, o unutulmaz ana akım filmler...
GÖRÜNTÜ ÇÖPLÜĞÜ MÜ?
2016’da da bu denklem bozulmadı. Birtakım sinema heveslisi gençler, yönetmen olmak için değil, film çekmiş olmak için, sinema salonlarında bulamadıkları ilgiyi, geliri, ödülü, ünü ve de desteği, bol akçeli, bol ödüllü festivallerde şanslarını deneyerek aradılar. Festivallerin büyük bir kısmı da, bu tür filmlerle, Nuri Bilge Ceylan ya da Zeki Demirkubuz’un taklitlerinin de taklidini yapan bu gençleri, kendilerine gösterim hakkı vermeyen işletme ve dağıtım tekelleri gibi eli boş döndürmeyerek, bol ödüllü, ama salonsuz ve de seyircisiz görüntü çöplüğüne gönderdiler (Bu filmlerin neredeyse tümüne yakını gösterime girme şansını yakaladığı sinemalarda 1000 kişinin altında seyirci toplayabildi).
GELECEĞİN PARLAK YÜZLERİ
Kitlesel komedi filmlerine gelince, sanırım onların yazgısı da birincilerden pek farklı değil. Onlar da bol paralı ama ödülsüz, övgüsüz ve de eleştirmenlerin yazmaya bile gereksinim duymadığı bir başka görüntü zehirlenmesinin örnekleri... Zaten bu tür filmleri yapanların da ödül, festival, övgü gibi bir dertleri yok ya... Yapan memnun, oynayan memnun, gösterip dağıtan ile izleyen ise daha memnun. Bize ne oluyor ki... (2016’da dağıtıma giren ve bir milyonun üstünde iş yapan 10 filmden 8’i bu türdeki yapımlar.)
Geri ne kaldı ki... İşte bu geriye kalanlara biz ana akım filmler diyoruz. Yani bu yıl, Yüksel Aksu’nun (İftarlık Gazoz), Reha Erdem’in (Koca Dünya), Derviş Zaim’in (Rüya), Yeşim Ustaoğlu’nun (Tereddüt), Yılmaz Erdoğan’ın (Ekşi Elmalar) filmleri gibi...
Bir de bu alışılmış klasifikasyona dahil olmayan, arthouse denemelerle ana akım arasında kalan gerçek bağımsız sinemacıların yaptıkları Albüm (Mehmet Can Mertoğlu), Ağustos Böcekleri ve Karıncalar (Erhan Tuncer), Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı Var (Rıza Sinmez) filmleri var ki, sanırım bunlar da sinemamızın geleceğinin parlak yüzleri...