31 Mart Ayaklanması'nın bilinmeyen yönü

31 Mart (13 Nisan) 1909 gerici ayaklanması İttihat ve Terakki İhtilalini durdurmak ve özellikle Ordu ve Medrese'deki tasfiyeyi engelleme amacı taşıyordu. Bu harekete saray ve dış güçler destek verdi. Dış güç İngiltere idi.

23 Temmuz 1908 Hürriyet Devrimi, İmparatorluğun parçalanmasını durdurmak ve buna müdahale edecek iradenin yaratılması amacıyla 1876 Anayasası'nın yürürlüğe girmesi ve bu anayasanın getirdiği Meclis-i Mebusan'ın açılmasını amaçlıyordu. Bunun için 3 Temmuz'da Resneli Niyazi Bey Manastır'da, Enver Bey de Selanik'te dağa çıkarak isyan bayrağını açtı. 20 gün süren hareket halkın da desteğiyle İstanbul kapılarına dayanmadan zaferle neticelendi. Anayasa yürürlüğe girdi, Meclis de açıldı. Kötü gidişe dur demek için de öncelikle 30 yıldır çürümeye terkedilen orduda canlanma yaratılmaya çalışıldı. İttihat ve Terakki Cemeyeti/Fırkası ilk adımda orduda okuma ve yazma bile bilmeyen/subaylık yeteneği olmayan 'Alaylı' tabir edilen kadroları tasfiye etmeye başladı. Ayrıca Medrese öğrencilerine askerlik yolunu açtı. Bu da büyük tepki çekti.

14 GÜN SÜREN TERÖR

Her iki kesim de 1909'da birleşti ve sokaklara taştı. 13-27 Nisan arasında başkent İstanbul'da terör estirdiler. Bazı önemli şahsiyetleri katlettiler. Özellikle Harbiyeli subaylara saldırdılar. Abdülhamid de saray görevlileriyle bu harekete destek verdi. Ancak altında kaldı. 27 Nisan günü, Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girerek isyanı bastırmasıyla Abdülhamid'e el çektirildi. Kurulan mahkemede yapılan yargılamalarda Saray'ın da "parmağı" ortaya çıktı. Bazı saray görevlileri idam edildi. Celâl Bayar'ın anlatımıyla "Abdülhamid yargılansaydı idam edilecekti!" İttihatçılar daha fazla kargayaşa yer vermemek için buna gerek duymadılar. Ayrıca İttihatçıların böyle bir hedefi de yoktu. Yani Saltanatı hedef almıyorlardı. Öncelikli sorun o gün için İmparatorluğun bütünlüğüydü.

ALAYLILAR VE MEDRESE BİRLEŞTİ

Tarihçi yazar Şevket Süreyya Aydemir, alaylı subaylar ile Medrese'nin birleşmesini şöyle anlatır: "İlk toplu gösteriler medreselerden başlar. Oralarda yerleşen softalar, o vakte kadar askerlikten muaftı. Bunun için de herhangi bir imtihan kaydı yoktu. Fakat o günlerde Harbiye Nezareti, bu muaflığın devam edebilmesi için softaların hiç olmazsa basit bir okuma-yazma yoklamasına tabi tutulmasını istiyordu. Fatih, Süleymaniye medreseleri 27 Şubat'ta, işte bu karara karşı gösterilere geçtiler. Asıl dikkati çeken, medreselerin ileri sürdürdükleri istekti. Bu istek, yoklamaların yapılmaması, bir müddet ertelenmesi idi. Demek ki softalar bir şey bekliyorlardı!

O zamanki bu imtihan davaları üzerinde yapılan bir araştırmayı hatırlıyorum. Araştırmayı yapan, Maarif Vekâleti görevlilerinden Faik Reşit Unat'tı. Karşılıklı pazarlıklar, Şeyhülislamlık dairesi ile Harbiye Nezareti arasında geçmişti. Şeyhülislamlık ya hiç imtihan yapılmamasını istiyordu. Yahut da öyle, hesap gibi, tarih gibi, coğrafya gibi konulara girilmemesinde diretiyordu.

O zamanki bu imtihan davaları üzerinde yapılan bir araştırma, şimdi bizde garip duygular uyandırır: Medreseleri kendisine bağlı bulunduran şeyhülislamlık dairesine uleması ile harbiye nezaretinin temsilcileri çekişir dururlardı. Şeyhülislamlık dairesi, tabi hiç imtihan yapılmadan medreselere yığılan softaları, askerlikten muaf tutulmasını ister. Karşı taraf dayatınca, ortaya birtakım imtihan dersleri listeleri atılır. Şeyhülislamlık, hesap gibi, tarih gibi, coğrafya gibi konulardan sorular sorulmamasını ister. Medrese softasına birkaç satır yazı yazdırılsın. Birkaç basit cümle okutulsun, Namaz, oruç bahisleri sorulsun ve askerlikten böylece muaf tutulsun. (...) Hulasa bir pazarlıktır sürer gider. 31 Mart ayaklanmasında ise softaların asıl aradığı, harbiye nazırıdır. Çıkardığı bu imtihan kaidesinin kendisinden sorulması için.

Orduda da huzursuzluk vardı. Ordu siyasetle zehirlenmişti. Nitekim 21 Şubat'ta Harbiye Nezareti bir emir yayınlayarak askerlerin siyasetle uğraşmamaları gereğini bildirdi.

Osmanlı ordusunda subaylar kadrosunun en az yarısının, mektepli olmayan, erlikten gelen zabitler olduğunu daha önce kaydetmiştik. Bunların, hatta subayların mevcudunun üçte ikisini kapsadığı da söyleniyordu. Fakat ihtilal bu alaylı subayları tedirgin etmişti. Artık alaylı subaylık olmayacağı, mevcut alaylı subayların ordudan çıkarılacağı, tasfiye edileceği haberleri ortalığa yayıldı. İşte bu hava içindedir ki, bunlardan başkentte olanlarının veya dışarılardan gelenlerinin, İstanbul'da ve kendi aralarında veya dışarılardan gelenlerinin, İstanbul'da ve kendi aralarında kaynaştıkları, toplantılara başladıkları görüldü. Nitekim az sonra patlayacak olan 31 Mart ayaklanmasının bir sloganı; "Şeriat isteriz", diğer biri de "Mektepli zabit istemeyiz, alaylı zabit esteriz" davası olacaktı!" (Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, C.2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1976, s.127-130.)

TASFİYE TAM YAPILMADI BOZGUN GELDİ

Ayaklanmadan sonra orduda haliyle tasfiye yapılır. Ancak Balkanlardaki kıpırdanmalar bunun tam manasıyla yapılmasını engeller. İttihatçılar da zaafiyet olmasın diye buna cesaret edemezler. Bir de tam iktidar olamadıkları için karşıt hareket gelişir. Dikkatler Makedonya ve etrafındaki gelişmelere çevirirler. Bosna Hersek'in kopması, Arnavutluk isyanı, 1910''daki Yemen isyanı, 1911'de Trablusgarp'teki İtalyan işgali, Bulgaristan'ın büyüme sevdası eli ayağı bağlar. Mücadeleyi yine buralara yönlendirir. Trablusgarp'teki direniş bitmeden 8 Ekim 1912'de Balkan Harbi'nin başlaması Abdülhamid ordusunun perişan halini ortaya döker. Tarihimizin en büyük bozgununu yaşarız. 15 günde ordumuz ciddi bir direniş göstermeden Çatalca önlerine kadar gelir. Öyle ki daha Bulgar ordusunun ismi duyulunca subay ve asker silahını ve topunu bırakarak kaçar.

1878'den sonra 34 yıl (1897 Yunan Harbi hariç) ordumuz cephe savaşı yapmamıştı. Talim ve tatbikat bile yapmayan, eline doğru dürüst silah almayan, Balkanlarda çetelerin kovalanmasından başka düzenli ordu eğitimi almayan ordunun subayları Abdülhamid'in korkusundan iradesini bile kullanamaz hale gelmişti. Abdülhamid'in yaydığı korku/ bane necilik, hafiye düzeni, istibdat mantığı bu sonucu doğurmuştu.

ABDÜLHAMİD ORDUSUNUN PERİŞAN HALİ

Bu perişan hali Balkan Harbi'ne katılan Garp Ordusu Başkomutanı Ali Rıza Paşa şöyle anlatır:

"Türk ordusunda, harp mefhumunu bilen kumandan yok gibiydi. Mesela Garp Ordusunda Merkez Grubu Kumandanı Zeki Paşa, iyi bir askerı akademi hocasıydı. Ama harp adamı değildi. Halim, selim, yumuşak huylu, nazik, bir adamdı. Ve o kadar...

1878 yılından beri Osmanlı ordusu harbi unutmuştu. Abdülhamit devrinde ordu, harp için yetiştirilmiyordu. Meşrutiyetten sonra orduya el atılmıştı. Ama canlanma yetersizdi. Alayları, taburları, tümenleri, hatta daha yukarı birlikleri idare edecek kumandan yoktu."

"Harbin devamı müddetince, bir süngü tak! Bir hücum! borusunun çalınmadığını, askerin bir defa Allah, Allah! diyerek ileri atıldığını gören göz, işiten kulak varsa meydana çıksın. Rumeli'nin o temiz topraklarında, usulü dairesinde on adımlık bir ricat dahi yapamadığımıza kıyamete kadar yanmalıyız..."

"Araziden istifade etmeyi, silahını kullanmayı bilmeyen askerler, her taburda askerin dörtte üçünü teşkil ediyordu. Verilen dört yüz metrelik nişangâha 2000 metrelik nişangâh tanzim etmeye uğraşan, fişeği namlunun ucundan tüfeğe sokmaya çalışan askerlerin, orduda asker olarak bulunmalarına gülmek mi, ağlamak mı lazımdı, tayin edemiyorduk..."

"Komanova ilerisinde Sırplara ilk temas yapıldığı zaman ilk çatışmada kuvvetli darbeler vurulmuştu. Akşama kadar muharebenin gidişi lehimize görülüyordu. Gece basınca bazı tümen kumandanları ve kumandanlar, muharebe sahasını terkederek Komanova kasabasına rahat etmeye gittiler! Hatta bazı tümen kumandanları, kendilerine tebliğ edilen paşalık rütbesinin alametlerini diktirmek için, gece yarısı terzileri çağırtmışlardı. Redif alayı ve tümenleri ise, daha o gece dağılmışlardı..."

"Manastır'daki tutumu ilk günden beğenmemiştim. Çünkü ordu ve kolordu karargâhları, harp sahalarını bırakıp geceleri şehirde geceliyorlardı. İrtibat zabitleri ve yaverleri de karargâhlarla beraber gidiyorlardı. Ertesi sabah atlarına binerek ileri hatlara geliyorlardı. Birçok kumandan ve subaylar birliklerini kaybetmişlerdi. Bunların işi gücü, başıboş dolaşmak ve gelip muharebeyi seyretmekti..." (Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıratı, Ankara, 1957, s.60. Selanikli Bahri, Balkan Harbi'nde Garp Ordusu, s.13'den aktaran; Aydemir, s.340-341.)

İTTİHATÇILARIN BÜYÜK ATILIMI

Balkan bozgunu sonrası büyük hamle yapan İttihatçılar, 23 Ocak 1913 günü Babıâli Baskını'nı gerçekleştirerek Kâmil Paşa kabinesini istifaya zorlar. Daha sonra tam iktidar olarak İttihatçılardan oluşan kabine kurar ve Enver Paşa Harbiye Nazırı olarak ordudaki büyük dönüşümü gerçekleştirir. İşte bu ordu İkinci Balkan Harbi'nden yararlanarak Edirne'yi kurtarır. Bu moralle kollar sıvanır ve ordu da tam manasıyla tasfiye yapılır. 1300 subay atılır. Askeri teknik ve stratejileri bilmeyen alaylı subay ve eski paşalar tamamen tasfiye edilir. Yerlerine Harbiye ve Akademi mezunu genç subaylar getirilir. Gneçleşen ordu bir yıl sonra Cihan Harbi'nde mucizeler yaratır. Çanakkale'de tarihi zaferi kazanır. Kutul Amare'deki gibi İngilizlere ikinci darbeyi indirir. Savaşı iki yıl uzatır ve Çarlık Rusyasını devirir. 1917'deki Bolşevik ihtilalciler, 1919'dan sonra Mustafa Kemallerin başlattığı Milli Mücadeleyi destekler. Bu devrimci atılım 1920/23'te Cumhuriyet'in kurulmasıyla son bulur.