571 yıllık faturayı ödeyen Türkiye
Geçen haftaki yazımızda Payidar’a “nereye” diye sormuştuk. Bu soru tarihin derinliklerinden gelen “Qo Vadis” sorusudur ve hemen her millette, devlette, imparatorlukta ve hatta bireylerde önemli bir yeri vardır. Genellikle, işler düzgün gittiği zaman hiç kimsenin aklına gelmez bu kısacık soru. Ama işler karıştığı, hiçbir şeyin yolunda gitmediği, toplumsal ve bireysel krizler insanları perişan ederken, hemen herkesin aklında ve dilindedir bu “Qo Vadis: nereye gidiyoruz?” sorusu.
Zaten bu soruyu hem kişisel hem de toplumsal anlamda sormayanlar, kötü gidişata çare de bulamazlar ve kaderleri her zaman, yok olmaktır. Yani tarihte böyle olduğunu, binlerce örnek ile okuduk, gördük ve bizzat yaşadık.
Hani, tarih içinde şanlı şekilde var olmuş 16 Türk devletimiz vardır ya! Şu aralar, sürekli belgesellere veya belgesel gibi yapılan, ama oldukça abartılı dizilere konu olanlar. Bugün, o devletlerin adını bile düzgün sayamıyor olmamızın tek sebebi de onların şapkalarını önlerine koyup “Qo vadis arkadaşlar, nereye gitmekteyiz” diye sormamış olmalarındandır.
Tam bin senedir tarihe damga vurmalarına rağmen, bugün isimlerinin zorla hatırlandığı bu devletler ve yöneticileri, bu basit soruyu, özellikle de zamanında sormuş ve düzgün cevaplar almak için uğraşmış olsalardı, onların devamı olarak kabullendiğimiz Türkiye’miz de başka bir noktada olabilirdi.
BATI’NIN AKLAYICILAR EKİBİ
Daha dün Nobel Ödülü verilen Daron Acemoğlu’na sorsanız, hemen bu bizim 16 Türk devletinin yönetiminin beceriksizliğinden, Batıdakilerin daha usta olduklarından ve bizlerden öyle fazla bir “adam olunamayacağını” ifade edecektir.
Aslında bu değerlendirme, bugün kendine solcu adını veren ama “bizden adam olmazcılığın en büyük savunucuları haline gelmiş olan kesimimizin de fikridir. Daron Acemoğlu’nun ve benzeri Batının “günah temizlikçileri” ile birlikte, bu tür “solumsucuların” son 200 senede sömürgecilik ve emperyalizm diye bir şey göremediklerinin de kanıtıdır bu değerlendirme.
Buna benzer bir başka Batı’nın siyasi aklanması çabasını, Yuval Noah Hariri adlı İsrailli yazarın milyonlarca satan ve yukarda bahsettiğimiz çevrelerde bir kutsal kitap gibi sevilen kitaplarında da görmüştük. İnsanlığın ve medeniyetin tarihini ve geleceğini anlattığı, 1000 sayfadan fazla kalabalığı olan son 3 kitabında, bir tane bile “emperyalizm” kelimesi bulamamamız da aynı sebeple olmalı.
O zaman, gelin kısaca Türk toplumunun böylesi inkârcı ve yabancılaşmış bir aydın tabakasına nasıl mecbur bırakıldığını inceleyelim.
MUHTEŞEM İMTİYAZ-I ATİKA
Bu incelemeyi, bugün olan biteni anlayabilmek için, Osmanlı ve Türk tarihinin en görkemli günleri, yani Muhteşem Süleyman dönemine kadar götürmemiz gerekir. Aslında Osmanlının ilk günlerinde bile, sınırlı olarak 1352’deki Cenevizlilere verilenler gibi “Kapitülasyonlar” vardır.
Ama lise ders kitaplarında, sanki masum bir ticaret anlaşması gibi bizlere yutturdukları en önemli “kapitülasyonlar”, Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa’ya sağladığı ayrıcalıklarla, “İmtiyazat-ı Atika” adı ile 1535’te başlar.
O günden sonra sonu gelmeyen bir şekilde, bu anlaşmalar sürekli Türklerin aleyhine gelişe gelişe, 571 sene sonrasına kadar gelmiştir. Elbette devrinin en güçlü devleti olan Osmanlının en ihtişamlı günlerinde bile, Batılılara bu kadar ödün verirseniz, devletin zayıfladığı zamanlarda, verdikleriniz katlanarak artacaktır ve aynen de öyle olmuştur. Bunlardan ancak Lozan anlaşması ile 1923’te, Atatürk ve ekibinin kahramanca savaşları sayesinde kurtulabilmiştik.
Elbette sadece ticari ve ekonomik ödünler zannettiğimiz bu kapitülasyonlar, beraberinde getirdiği kültürel, toplumsal, dinsel, ahlaksal çok önemli sonuçlar yaratmış ve çağdaş Türkiye’mizin kucağına bir atom bombası gibi oturtulmuştur.
Rahmetli Atilla İlhan’ın ömrünü harcadığı Türkiye’nin aydın sorunu ile ilgili tüm konularda, bu 571 senelik tarihi hata başrolü oynamıştır. Daron Acemoğlu’ndan tutun Orhan Pamuk’a, kendine kızıl komünist diyen onlarca küçük partinin problemli siyasetlerine kadar, bu uzun tarihi süreç bizi bugünlere getirmiştir.
HANGİ BARIŞ’IN GÖNÜLLÜLERİYDİLER Kİ?
Bu talihsiz süreç, Batıya ticaret için verilen ödünlerin hemen ardından verilen daha büyük ödünlerle taçlandırılmıştır. Avrupa’nın ve daha sonraları da ABD’nin her konudaki talebi, “başüstüne efendim” dercesine yerine getirilmiştir.
Özellikle de son iki yüz senede, kültürel yönden saldırı altına alınan Türk toplumunda, Batı kendine bağlı bir aydın sınıfı yaratmak için, dünyanın her tarafındaki çabalarını, Osmanlıda ve Türkiye’de de sahneye koydu. 1850’lerdeki Hristiyan misyonerler ve onların 400’e yakın okulları Osmanlının en ücra köşesinde bile, Batı kültürünü yaymak için açıldılar.
Tarsus’taki Amerikan kolejinden Merzifon’daki Amerikan okuluna kadar bir misyoner ağı örüldü. Bu okullardaki çoğunluğu Amerikalı öğretmenler, Türk toplumunun bir kesiminin devşirilmesinin en önemli araçları oldular. Atatürk’ün onları kapatması ile bu tehlike bir ölçüde giderildi.
Fakat Atatürk’ün vefatından hemen sonra, tamamıyla ABD yörüngesine giren Türk siyaseti, 1950’de NATO’nun emrinde bir memleket haline getirilince, kapitülasyonsuz geçen kısa bir 20 seneden sonra, yine ödün üstüne ödün veren bir ülke haline geldi.
NATO’ya verilen ödünlerin hemen ardından, ABD Türkiye’de 1962’de Barış Gönüllüleri adı altında yeni bir kültürel saldırı başlattı. 1971’e kadar süren bu dönemde de Edirne’den Mardin’e Amerikalı elemanlar, serbestçe faaliyet sürdürebildiler. 1850’lerde Amerikalı misyonerlerin yaptıklarını, 1960’larda Barış maskesi altında bu elemanlar rahatça yapabildiler.
TOPYEKÛN SALDIRI ALTINDA BİR TOPLUM
1980’lerden sonra ise, artık misyonerler ve Barış Gönüllüleri konusunda uyanan Türkiye’nin başına, aynı görevi görecek FETO örgütü bela edilecekti. Hem Türkiye’de hem de Müslümanların var olduğu hemen her ülkede, misyonerlik görevi sözde Türk okulları aracılığı ile kaldığı yerden devam etti.
Ne zaman FETO darbe girişimi başarı ile bastırıldı, Batı’nın Türkiye’ye karşı saldırısı, sosyal medya dahil yeni bir aşamaya getirildi. Türkiye’ye akıtılan milyarlarca dolarlar ile, dernekler, gazeteler, TV’ler, okullar, kısacası topyekûn bir saldırı altına alınmış oldu memleketimiz. Özellikle de “aydın” kesimimiz, ülkede yaratılan talihsiz kamplaşmanın en büyük kurbanı olarak, Batı hayranlığında çıtayı yükseltti.
Kısacası, memleket sevdalılarının sürekli şikâyet ettiği “bize ne oldu” sorusunun cevabını bulmak için, ciddi şekilde tarihin içinde bir gezinti ve araştırma yapmak gerek. Bu tür toplumsal kırılmalar ve derin yabancılaşmalar, öyle bir senede ya da bir dönemde veya belli bir iktidar yüzünden olabilecek olgular değildir bizce.
Bugün kucağımıza oturtulan, patlamaya hazır bu “yabancılaşma” bombasının sebebini, ancak dünümüzü anlayarak kavrayabiliriz.
Zaten sebebini anlamak, kolaylıkla o sorunun çözümünü de anlamak ve uygulamak anlamına gelecektir. Bellidir ki, köklü bir değişim ve milli bilinçle yeniden bir toplumsal yapılanma sağlamadan, bu 571 senelik kapitülasyon etkisinden bir türlü kurtulamayacağız.