6-7 Şubat 2023: Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir gecenin sabahından

Gözümüz yatağın hemen üzerindeki sarkan abajurda… Bir sallanırsa işler çok kötü demektir… Bırakın saatleri, dakikalar bile geçmek bilmiyor… Aslında burada bile olmamamız gerek ama, yaşı doksana dayanmış olan annemizin sağlığı için, yaradana güvenip eve döndük. Zaten on iki saattir sokaktaydık, inadına daha da soğuyan bir gökyüzü altında.

Sabah güneşi, saat yedide Akdeniz üzerinden yükselir genellikle buralarda. Ama bugün güneş bile, rüzgar ve soğuk ile gizli bir anlaşma yapmış gibi, bir türlü kendisini göstermiyor. Geceleri hiç açmadığım yatak odası perdeleri, bu gece sonuna kadar açık. İçeriye giren en belirgin ışık, karşı parkta, geceyi evlerinde geçirmek istemeyen komşuların, ısınmak için yaktıkları ateşten gelen. O da bir yapıp bir sönmekte, etrafta sürekli şekilde yakacak bir şey olmadığından. Geceyi arabalarında geçirmek tercihi yapan komşular da, her saat başı arabalarını ısıtmak için motorlarını çalıştırınca, onların ışıkları da bir yanıp bir sönen ateş böcekleri gibi.

PARKTAKİ ATEŞİN ETRAFINDA ENDİŞELİ YÜZLER

Ayağımızda ayakkabılar, üzerimizde en sıcağından iki adet palto, herhangi bir saatte dışarıya kaçmaya hazır beklemedeyiz. Ve küçük pencerenin başında, dışarının karanlığını ve on kişinin ortasındaki ateşin alevlerini gözlemekteyiz. Bir yandan da gözümüz sarkan abajurumuzda.  Zaman geçmek bilmiyor mu ne? Aklımıza bir türlü tamamıyla gelmeyen eski bir şiir, yarım hali ile dilimizde:

“Şeb-i yeldâyi müneccimle muvakkit ne bilir,

Mübtelâ-yi gama sor kim geceler kaç saat.”

Yani “en uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşanlar bilmez. Sen gecelerin kaç saat olduğunu aşk derdine müptela aşıktan, dertliden sor” demek istiyor 17. yüzyıl şairimiz Sabiti. Elbette, bizim geceyi böyle geçirmemiz aşk derdinden değil, ama yine de şiirin mesajı tam da halimize uymakta. Bu arada, acaba diyoruz, kaç bin, hatta kaç yüz bin insanımız, aynı duygularla pencerenin önünde, ya da sokaktaki ateşlerin başında zaman geçirmekte, aynen bizim şu an yaptığımız gibi.

YILDIZLARIN SEYRİNİ KİMLER BİLEBİLİR Kİ?

Sanki Sabiti’ye cevap verir gibi, bir Fuzuli şiiri de aklımıza geliyor yarım haliyle:

“ Gözü yaşluların halin ne bilsin merdum-i gafil,

Kevakib seyrini şeb ta seher bidar olandan sor”

Yani Fuzuli’miz bize diyor ki: “Gaflet içinde uyuyan kişi, gözü yaşlıların hâlini ne bilsin. Yıldızların seyrini, gece sabaha kadar uyanık olandan sor”. Yani bizden, şu anda karşı parktaki ateşin etrafında toparlanıp eksi derecelere inen soğuktan korunmaya çalışanlardan ve daha uzaklardaki kadim şehirlerimizdeki, çok da kadim olmayan apartmanların yıkıntıları altında, hayatta kalma savaşı veren sevgili yurttaşlarımızdan sormak gerek, gecenin neden bu kadar uzun olduğunu.

ŞEB-İ YELDA’NIN SONU MUTLAKA NEV-RUZ’UN AYDINLIĞIDIR!

Cafer Çelebi adlı şairimiz ise, en uzun gece Şeb-i Yelda ile, baharın ve aydınlığın ilk defa göründüğü Nev-Ruz’u karşılaştırarak bize her karanlık ve uzun gecenin bir sabahı olduğunu hatırlatmaya çalışır:

“Neden ol zülf uzanup hadd-i dil-efruza gele,

Kim görüptür şeb-i Yeldayı ki Nev-ruz’a gele”.

Yani, “Sevgilinin saçları, gönülleri aydınlatan o beyaz yanağına döküldüğünde, en uzun gecenin, Nev-ruz’un aydınlığına dönüştüğünü görürüz” diyerek, bizi sabretmeye ve tevekküle davet eder. Çok daha dramatik zamanların şahidi olmuş olan büyük Türk milleti olarak, hep birlikte el ele verip, bu zor günlerden de başarı ile çıkacak ve daha büyük birlikteliklerle, çok daha muazzam bir geleceğe doğru yelken açacağız.