749 senedir yanan bir hem ayrılık hem birleşme ateşi: Mevlana’nın düğün gecesi: Şeb-i Arus

Tam bir hafta önce, Nobel ödüllü Hintli şair ve filozof Rabindranath Tagore’nin Shantiniketan adındaki kasabasının tozlu yollarında, son Bengalli aşık-baullardan olan kalenderane Sikkim Baba’yı kapı kapı dolaşıp ararken, 17 Aralık’ın hemen köşebaşında olduğunu hatırladık. Zaten bir gece önce de Mevlana’nın Batı’da tanınan en ünlü şiiri “İnsan Bir Han Gibidir” başlıklı şiirini konserde okuduğumuz için, hep aklımızdaydı hemşehrimiz Rumi.

17 Aralık, birçoğumuz için üç yüz altmış beş günden birisi sadece. Ama, Anadolu topraklarının gördüğü en büyük düşünürlerden, şairlerden, filozoflardan biri olan Mevlana Celaleddin Rumi, 17 Aralık’ta bu dünyadan göç etmişse, elbette ayrı bir önemi olmalıdır. “Her canlı birgün ölümü tadacaktır” derler. O da tam 749 sene önceki bir 17 Aralık günü, Konya’nın soğuk ve karlı bir kış gününde, “sevdiğine” kavuşmuştu. Ve bu kavuşmanın anlamından dolayı da, o güne 749 senedir Şeb-i Arus, yani Düğün Gecesi denir ve her sene kutlanır. Bu kutlamanın önemini anlamak için bir düşünelim ki: Şeb-i Arus Selçuklular varken de, Beylikler döneminde de, Osmanlıda da, 1946’dan beri olduğu gibi, resmi olarak Cumhuriyet döneminde de her sene kutlandı! En uzun yıldönümü kutlamalarından biri belki de! Ve de en yaygın kutlanılan bir Türk kutlu günü! Öyle ya, Kaliforniya’nın güneşli kıyılarından tutun, New York’un Manhattan’ına, Londra’dan tutun, Jakarta’ya hemen her yerde küçüklü büyüklü binlerce kutlama ve anma yapılır o gün.

MEVLANA SAĞ TARAFA, PİR SULTAN SOL TARAFA

Her ne hikmetse, Mevlevilerin Osmanlı iktidarları ile sıkı bağlantılarından dolayı, Mevlana Celaleddin Rumi, Sunni ve de radikal İslam ile ilişkilendirilince, otomatik bir şekilde sağa düşmüştü. Pir Sultan Abdal ise solcu oluyordu doğal olarak. Halbuki 700-800 sene önce, sanki bu topraklarda başka alternatifler vardı da bu büyük insanlar “doğru tarafı” seçememişler gibi. Kaldi ki, Mevlana kendi yaşadığı dönemde, bugün sağcı diyebileceğimiz tutucu şeriatçı çevrelerden gelen müthiş saldırılara katlanmak zorunda kalmıştı! Kültürel mirasımızı ve kendi tarihimizi böyle bir bölünme ile ele almaya başlayınca da, ipin ucu kaçacaktı doğal olarak. Yunus Emre ortalarda kaldı yıllarca, kimliği bile tanımlanamadı, belki de hala öyle.  Niyazi Mısri adındaki büyük şairimiz, sırf Sünni olduğu için bizim sol cenahtan hiçbir ilgi görmedi. Halbuki solcular içinde Niyazi Mısri adını bile duyan olmamıştı belki de bu yıllarda. Hala da öyle olduğunu biliyoruz. Bir futbol takımı taraftarlığı edası ile, hiç tanımadığımız, bilmediğimiz, bilmek için zerre kadar çaba harcamadığımız binlerce Anadolu bilgesi, şairi, filozofu; bu kültürel bölünmüşlüğün arasındaki boşluğa düşürüldü ve kıymetleri bilinmedi.

Halbuki tam bu sıralarda, Oryantalizmin ve Doğu’yu küçümsemenin göbeğinde olan Batı edebiyatçıları, şairleri, filozofları, özellikle de Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Nicholson ve Arberry’nin çevirileri ile keşfettiler 100 sene önce. Ve o günden beri de, şiirlerinin her bir satırı hemen hemen bir doktora tezi haline geldi. Londra’nın, New York City’nin, Buenos Aires’in herhangi bir kitapçısına giriniz. Hem şiirler bölümünde, hem de ruhaniyat/ ilahiyat raflarında mutlaka Rumi, Hafez, Saadi, Ömer Hayyam, Kabir gibi, bize ait en büyük şahsiyetlerin kitaplarını kolaylıkla bulabilirsiniz. Hem de her dünya dilinde. Hatta ABD’nin öyle bir yüksek kültürlü şehri sayılmayacak Fargo, North Dakota’daki kitapçılarda bile, Rumi kitaplarını bizzat görme ve varlıklarına gururla gülümseme şansına sahip olmuştum yıllar önce.

KÜLTÜREL MİRASTA KAFA KARIŞIKLIĞI

Bizde, özellikle de Türk aydınında, tahlilini yapmakta zorlandığımız bir garip “kostaklık” yani narsizmin var olduğunu düşünmekteyiz. Hem de hakedilmemiş bir kendini beğenme, açıkça kendinden olmayan herkesi ve her şeyi yok sayma ve görmeme bu. Şimdilerde herkesin adını dilinden düşürmediği Yunus Emre bile, bu kostaklığın kurbanı olmuştu, çok uzun seneler. Onun ilahileri fazla yer bulmazdı sol cenahın konserlerinde, Ruhi Su hariç. Buna, bizim ilk CD’miz olan “İnfinite Beginning”i arkadaşlarımıza gösterdiğimizde şahit olmuştuk yıllar önce. Biraz alaycı şekilde gülümsemişlerdi. Soldakiler için Pir Sultan Abdal her zaman ilk sıradaydı, Nesimi ile birlikte. Ama Mevlana’nın şiirleri zaten kapıdan bile içeri giremezdi.

Birtakım insanlar, son derece kıt olan tarihi, edebi ve tasavvufi bilgileri ile Pir Sultan’a açtıkları krediyi Mevlana’dan esirgediler yıllarca ve hala da esirgemekteler. Bu konuda, Mevlana’nın eline kılıç alıp işgalci Moğollar’la savaşmaması mı dersiniz, şiirlerini çoğunlukla Farsça yazması mı dersiniz, Konya’daki Selçuklu sarayı ile ilişkilerinin iyi olması mı dersiniz, o kadar çok bahane dinledik ki kendi kulaklarımızla, hayretler içinde kaldık. Bu itirazların hepsi kolaylıkla cevaplandırılabilir. Ama burada, biz gönlümüzün darlığı konusuna vurgu yapmaktayız. Tarihi tartışmak, bu köşedeki bir yazıya, şimdilik sığmaz.

Anadolu’muz, bize yeryüzündeki herhangi bir toprak parçasından çok daha verimli bir felsefe, şiir, edebiyat ağacı sunmuş. Ama bizler bunun kıymetini anlayıp, eleştirel bir yöntem ile özümlemekten aciziz. Aslında bu “vasatlık=mediocrity” hayat ile ilgili hemen her konuda Türk insanının tarihi güzelliğini ve hoşgörüsünü giderek daha çok zedelemekte bizce.

HORASAN’DAN GELEN VE ANADOLU’DA DEVLEŞEN RUMİ

Mevlana da, tüm diğer Horasan Erenleri gibi, Horasan denen bölgenin Belh şehrinden, daha ilk gençlik döneminde iken gelmiştir Karaman’a ve Konya’ya. Yani, aklının erdiği günden beri Anadolu’ludur ve Anadolu’nun binbir türlü kültürü, onun öğretmeni olmuştur. Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş Veli’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Aşık Veysel’i yaratan aynı toprak ve aynı sudur. Hepsinin ortak özelliği, kendi zamanlarının insani sorunlarına, hümanizmin en güzel ifadesi ile çözüm üretmeye çalışmalarıdır.

Kaldı ki, Mevlana’yı sıradan bir din alimliğinden alıp, mistik felsefenin zirvesine taşıyan da bir başka Horasan Eri, Tebrizli Şems değil midir ki? Yani Orta Asya’nın bozkırlarından başlayan hümanist nehir, binbir türlü kola ayrılıp, Anadolu’nun kıraç topraklarını dört bir yandan sulamıştır, bu bin senede. Bu büyük insanlar olmasaydılar, bizler bu kupkuru bozkırlarda solar giderdik herhalde. Onların bilgeliği ve hümanizmi sayesinde, Anadolu insanı felaket üzerine felaket yaşasa bile, her zaman dimdik ayakta kalabilmiş ve her felaketten sonra bir kat daha büyümüştür.

Bugün Sheb-i Arus, yani “düğün günü”! Mevlana’nın “sevgilisine” nihayet kavuştuğu günün 749. yıldönümü. Eğer bu fani alemde “aşk” denen bir şey varsa, onun en güzel ve yetkin şairinin, Anadolu’ya veda ettiği ve sevgilisi ile BİR ve TEK olduğu gün.

“Bende benimle ilgili bir şey bırakmadı” deyip, ilahi aşkın gerçek hürriyet olduğunu ifade eden ve bu idrakle, merkezinde aşk bulunan, çevresine de dalgalar halinde aşkı yayan Mevlana’nın öğretileri, tüm dünyanın tasavvuf tarihinde bir baştacıdır.

Yunus’un kapı komşusu ve “aşkın yolculuğunda” en iyi yoldaşlarından biri olan Mevlana Celaleddin Rumi’yi, 749’uncu ölüm yıldönümünde şu kısa seslenişi ile anıyoruz:

ni men menem-ü ni tü tüi ni tü meni,

hem men menem-ü hem tü hem tü meni.

men bat ü çunanem ey nigari huteni,

kender galatam ki men tü em ya tü meni

ne ben benim, ne sen sensin, ne sen ‘ben’sin

hem ben benim hem sen sensin, hem sen ‘ben’sin.

ben seninle o haldeyim ki -ey güzel sevgilim

ben sen miyim, yoksa sen ben misin bir türlü kestiremiyorum