‘AB siyaseti’ni yürürlükten kaldıran ABD’dir-(TAMAMI)

Beş-altı yıl öncesine kadar yürürlükte olan “Türkiye’yi AB kapısına bağlama” siyasetinin birbirini tamamlayan iki amacı vardı. Biri, Türkiye’yi yükselen Avrasya’ya yönelmekten alıkoymak; diğeri de, kapıya bağlamanın milli devletin tasfiyesinde sağlayacağı olanaklardan yararlanmaktı. “Devlette dönüşüm”e, Cumhuriyetimizin temellerini gayrimeşru ilan edip, Türkiye’yi zaafa uğratmayı hedefleyen saldırılar eşlik etmekteydi. İster Ermeni Soykırımı Yalanı, ister İttihat ve Terakki üstünden Atatürk Devrimi’ne yöneltilen saldırılar olsun, hepsi bu amaca yönelikti.

ABD’nin tutmayan hesabı

Bu siyasetin mimarı ABD idi. Çünkü Türkiye’nin Batı kapısının önünde bağımsızlığını ve egemenliğini yitirmesinin getirilerini toplamaya elverecek güç, AB’de değil ABD’de mevcuttu. Üstelik söz konusu olan, Türkiye’yi AB’ye almama üstüne kurulu bir oyalama siyasetiydi. Ne kadar ustalıkla yürütülürse yürütülsün, her oyalama süreci bir gün iflas eder. ABD’nin başlangıçtaki hesabı, AB sürecinin sürdürülemez hale geldiği noktada, milli devletini büyük ölçüde yitirmiş bir Türkiye’nin “kahpe Avrupa - güçlü Amerika” ikilemiyle karşı karşıya kalacağına dayanmaktaydı. O zaman, Türkiye ABD’ye daha da çok bağlanacaktı. AB de, ABD’nin kendisine yüklemiş olduğu işlevi görmüş olarak devreden çıkacaktı.

Ancak bu hesap tutmadı. ABD’nin askeri başarısızlıkları ve bunun tetiklediği küresel bunalım, yalnızca “AB kapısı”nı erken bir dönemde işlevsiz hale getirmekle kalmadı. Aynı zamanda ABD’nin kendisi hızla güç yitirirken, Avrasya öngörülenden çok daha hızlı bir yükselişe geçti. Üstelik bu yükseliş, sadece iktisadi alanla sınırlı kalmadı. Dünya, siyasal düzlemde de inisiyatifin artık Avrasya’nın eline geçmekte olduğu bir sürece girdi.

Değişimi dayatan nesnel zorunluluklardır

Bu süreç, ABD’yi de, değişik ülkelerdeki uzantılarını da, nesnel bir zorunluluk olarak yeni bir konuşlanmaya sürükledi. Obama’nın özel kuvvetler aracılığıyla yürütülen ve işbirlikçilerinin taşeron olarak kullanıldığı “kirli savaşları” öne çıkarması da, ABD çıkarları doğrultusunda kullanılacak yeni diplomatik ve siyasal kanallara gereksinim duyması da, ideolojik bir tercihin değil, hayatın dayatmasının sonucudur. Ülkemizin tepesine oturtulmuş Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı’na biçilen görevler ise, hem bu kirli savaşlarda daha etkin bir rol alması, hem de ABD’nin kendisinin doğrudan açamayacağı bazı yeni diplomatik ve siyasal kanalları onun adına açmasıdır.

Ne zaman dendiğine bağlı

Bundan on yıl önce Şangay İşbirliği Örgütü’nü AB’ye karşı olası bir seçenek olarak gündeme getirmek, ABD’nin izlediği siyasete cepheden karşı çıkmak anlamına geliyordu. Zaten Avrasyacı komutanlarımız ve siyaset adamlarımız bugün bu nedenle hâlâ hapiste tutulmaktadır. Ama bugün Erdoğan’ın ŞİÖ’den söz etmesinin, artık işlevini yitirmiş olduğu için, ABD’nin “AB kapısına bağlı tutma” siyasetine herhangi bir zararı yoktur. Olsa olsa ABD’nin bölgemize yönelik siyasetlerine hizmet edecek kimi yeni diplomatik ve siyasal kanalların önünü açmaya yarar.

Avrasya Seçeneği’nin özde değil sözde de olsa dile getirilmesinin, kuşkusuz ABD açısından hâlâ tehlikeli bir yanı vardır. Ama yaşamın kendisinin herkesin gözünün içine soktuğu bir seçeneği dile getirmenin tehlikeye olan katma değeri o kadar da büyük olmaz. Üstelik bu tehlikeyi dengeleme rolünün verilmiş olduğu bir siyasal aktör de vardır. O da “Batı ile bütünleşme”yi her şeyin üstünde tutan “Yeni CHP”dir.