Abdülhamit döneminde dini canlanma
Abdülhamit döneminde dini canlanma
İslam Dünyası, Batı’ya ve değişmeye karşı din bayrağı altında ilk büyük tepkiyi 19. yüzyıl sonlarında yaşadı. O günkü gelişmeleri nedenleri ve sonuçlarıyla gözden geçirmek, bugün açısından öğretici dersler çıkarmamıza, 20. Yüzyılın son çeyreğinde yeniden karşılaştığımız bir takım soruların cevaplarını bulmamıza yardımcı olacaktır.
İslam Dünyası 19. Yüzyıl sonlarına gelindiğinde, birkaç yüzyıldan beri Batı’nın sömürgeci yayılmacılığının hedefi olmuş ve önemli ölçüde sömürgeleşmiş durumdaydı. İngiltere, Fransa, Rusya ve Hollanda İslam Dünyası’nı sömürgeleştiren devletlerdi. Türkiye ve İran gibi devletler ise hızla Batı’nın ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel etki alanı içine giriyor ve birer yarı sömürge durumuna geliyorlardı. Gidiş sömürgeleşmeye doğruydu. Öte yandan bu ülkelerde; kimi, nispeten bağımsız olan ve ileri durumdaki Avrupa’ya ayak uydurmak amacıyla girişilen yenileşme çabaları, kimi, Avrupalılar tarafından dayatılan değişiklikler, yüzyıllar boyunca temel sistemlerinde ve yaşayışlarında pek az değişikliğe uğramış İslam toplumlarını sarsıyor ve onları yepyeni durumlarla karşı karşıya getiriyordu.
Batı’nın bu etkisine ve yapılan değişikliklere karşı ilk tepki dinsel oldu. Milliyetçilik henüz hiçbir İslam ülkesinde mücadele bayrağı olabilecek durumda değildi, Batı’dan yayılan milliyetçi düşünce kendisini besleyecek toprağı İslam Dünyası’nda yeterince bulamıyordu. Ulusal burjuvazi olarak nitelendirilebilecek unsurlar yeni yeni beliriyor, kapitalist gelişmenin en başlarında bulunuluyordu. Bir başka deyişle İslam Dünyası, ulusal uyanış sürecine henüz giriyordu. Dolayısıyla Batı’nın saldırısına karşı, İslam toplumlarının ellerindeki mevcut bayrakla, din bayrağı ile karşı koymaya çalışması gelişmenin normal sonucuydu.
Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu’nda henüz zayıf bir şekilde baş gösteren bu burjuva demokratik gelişmeleri de bastıran, onları ezmek için iktidara gelen feodal reaksiyonun, istibdadın temsilcisiydi. O, dini bayrak altında Batı’ya ve değişmeye karşı gösterilen tepkide elverişli bir zemin ve uygun silahlar buldu. Abdülhamit’in İslam bayrağına sarılarak ortaya çıkmasında rol oynayan başka nedenler de sayılabilir. Osmanlı İmparatorluğu, 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde sömürge durumuna düşmemiş en büyük İslam devletiydi. Batı’nın sömürgesi haline gelmiş İslam Toplumlarında, Osmanlı devletini, Batı’ya karşı yürütülecek mücadelede dayanılacak bir güç olarak görme eğilimi güçleniyordu. Osmanlı sultanlarının 18. Yüzyıl sonlarından itibaren bilinçli olarak halifelik konumundan yararlanmak istemeleri de, İslam toplumlarında, bu nedenle artan bir ölçüde kabul görüyordu. Bu bakımdan İslamcı bir siyasete yönelmek Abdülhamit açısından durumun kuvvetlendirilmesi demekti. Batılı sömürgeciler de, hakimiyetleri altına aldıkları İslam toplumlarını kontrollerinde tutmak amacıyla Osmanlı sultanının halifelik konumundan yararlanmaya çalışıyorlardı. Biraz karşılık gibi görünmesine rağmen bu durum da, halifeliğin, dolayısıyla İslamcı siyasetin önemini arttıran bir rol oynadı. İmparatorluğun Hıristiyan halklarının önemli bir kısmının ayrılmasından sonra Abdülhamit’in ülke içinde hatırı sayılır bir çoğunluk durumuna geçen Müslüman halkları birarada tutabilmek amacıyla İslamcılık siyasetine yönelmesini de, o dönemde meydana gelen gelişmeleri açıklayan nedenler arasında sayabiliriz.
Abdülhamit dönemi yüzeysel bir bakışla, birbiriyle bağdaşmıyormuş gibi görünen çeşitli gelişmelerin iç içe geçtiği bir dönemdir. Bir yandan Batı’ya duyulan tepki ve bu tepkiden yararlanan Abdülhamit gerçeği; öte yandan, yine bizzat Abdülhamit eliyle Avrupa’nın daha fazla pençesine düşürülen Osmanlı İmparatorluğu gerçeği vardır.
Dini canlanışa yol açan gelişmeler
Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat dönemi boyunca Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa’nın müttefiki olarak kaldı. Dönemin önde gelen ülkesi İngiltere, Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemeyi ve bu arada Osmanlı ülkesinde kendi yararına çeşitli düzenlemeler yaparak mevcut durumu sürdürmeyi çıkarına uygun buluyordu. 1870’lerden sonra ise İngiltere’nin bu politikası değişmeye başladı. Osmanlı devleti “Hasta Adam”dı. Rusya’dan ve İmparatorluk içindeki milliyetçi akımlardan kaynaklanan tehdide karşı koyması mümkün değildi. Bu hesabı yapan İngiltere, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparabileceği kadar toprak koparmak siyasetine yöneldi. Bundan dolayı İngiltere, 1877 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlıları yalnız bıraktı. Mısır ve Kıbrıs, bu gelişmelerle birlikte İngilizlerin denetimine geçti.
Başta İngiltere olmak üzere belli başlı Batılı ülkelerin Osmanlılara karşı değişen siyaseti, halk içinde büyük tepkilere yol açtı. Batıya duyulan tepki, Tanzimat’la birlikte yapılan ve yapılmak istenen değişikliklere karşı tepkiyle, daha da geniş ifade edilecek olunursa, yüzyılı aşkın süredir Osmanlıların içine girmiş bulundukları arayışlara karşı olan tepkiyle birleşti. İçe kapanma eğilimi güçlendi. Dini muhalefete kuvvet verdi. Abdülhamit, oluşan bu muhalefetten yararlanmayı başardı.
19. yüzyıl içinde ve özellikle sonlarına doğru halkın yaşayışında meydana gelen değişiklikler de dönemin dini canlanışını açıklayan önemli bir etkendir. Yüzyıl içinde Avrupa’nın açık bir pazarı haline getirilmiş Osmanlı ülkesinin el zanaatlarına dayalı sanayi üretimi hemen hemen yok olmuştu. Eski ekonomik yapı hızla tasfiye ediliyor ve İmparatorluğun çeşitli bölgeleri ayrı ayrı pazarlar olarak kapitalist Avrupa’ya bağlanıyordu. Bu gelişmelerin sonucu artan bir yoksulluk oldu. Avrupa’yla ilişkilerin kurulduğu şehirlerde hayat kozmopolitleşti. Yüzyılın sonlarına doğru şehirlere büyük bir göç meydana geldi. Göç edenler iş olmadığı için seyyar satıcısı, bekçi, kapıcı, hamal, hizmetçi ve dilenci yığınları oluşturdular. Artan yoksulluk ve sefalet; Batı’nın etkisiyle İstanbul, Selanik, İzmir, Samsun, Adana, Halep ve Şam gibi büyük şehirlerde kozmopolitleşen hayat, dine yönelen kitlelerin durumunu açıklamaktadır. Tamamen yabancısı olduğu yeni değerler ve hayat biçimleriyle karşılaşan, daha olumsuz bir gelecek tehlikesiyle yüzyüze olan Müslüman halk, geçmişin sakin, herkesin yerinin belli olduğu statik düzeninin özlemini duymakta, kaybolmaya başlayan geçmişe inatla sarılarak değişime karşı koymaya çalışmaktadır.
Dönemi açıklarken göz önünde tutmamız gereken bir başka unsur, dini canlanışın güçlendirdiği çevrelerin oynadığı roldür. Yaygınlaşan dini örgütler, İslami canlanmaya yeni bir hız verdiler. İslami politikalar güdülmesinde çıkarı olan oldukça geniş bir kesim oluştu. Niyazi Berkes bu konuda şunları yazmaktadır:
“Halifeyle halk arasında din bağının kuruluşunda, bu dönemde gelişen yeni bir ‘din adamı’ tipi de büyük rol oynadı.[2] Şimdiye kadar halktan uzak olan resmi ulema, aristokrasinin yanında ve altında genişleyen ekonomik çöküşle orantılı olarak çoğalan ‘talebe-i ulum’ (medrese öğrencileri), çerciler, hafızlar, imamlar, seyyitler, şeyhler, dedeler, nakipler, üfürükçüler, müneccimler, büyücüler, mağribiler bol bol yetişmeye başladı. Özellikle tarikatler ve zaviyeler mantar gibi bitmeye, hatta Kuzey Afrika’dan yenileri gelmeye başladı. Eski Nakşibendi, Mevlevi, Rufai, Şazeli gibi tarikatlerin yanında Cezayir’den Sudan yoluyla gelen Ticaniye tarikatı moda oldu. Ticani, Şazeli ve Nakşibendi şeyhleri Abdülhamit’in ve sarayın özellikle tuttuğu itibarlı tarikatlerdi.”[3]
Büyük bir yanılsama dönemi
Bu dönem büyük bir yanılsama dönemidir. Kitleler kendi içlerine kapanarak, kendi kendilerine yarattıkları bir tepki dünyasında yaşadılar bir müddet. Oysa gerçek dünya, bambaşka bir yolda ilerlemesine devam ediyordu. Osmanlı – Batı ilişkilerinde kötüye gidiş sürüyordu. 1882’de Osmanlı maliyesi iflas etmiş, Batılıların Duyun-u Umumiyesi ülkenin gelirlerine el koymuştu. Tam bir ekonomik çöküş oluştu. Avrupa sermayesi tamamen kendi şartlarıyla doğrudan doğruya yatırım alanlarına akmaya başlamıştı.[4] Yani gerçek, Osmanlı İmparatorluğu’nun her alanda Batı’nın emperyalist emellerine bütünüyle açık bir ülke durumuna getirilmesiydi. Gerçek böyleyken halkın hayal aleminde bambaşka bir dünya yaratılıyordu. En azından halkın önemli bir kesimi açısından...
Abdülhamit, bu dönemde bilinçli olarak, halkın Batı’yla olan bütün bağlarını kesmeye çalışıyor, Batı’da olan gelişmelerden halk habersiz bırakılıyordu. İslami düzen bir ideal haline getiriliyor, geçmişte, İslam Dünyası’nın bir cennet yaşadığı propagandası yapılıyordu. Her bakımdan Doğu, Batı’dan üstündü. İşte bu hava içinde Batı’da gelişen fikirlere karşı reddiyeler yazmak moda haline geldi. Namık Kemal gibi dönemin önde gelen muhalifleri bile bu reddiye yazmak modasına kendilerini kaptırdılar. Bütün maddi manevi uygarlıkların, bilimin kaynağı Batı değil, Doğu; daha doğrusu Arap Dünyası’ydı. Dolayısıyla gözlerimizi Batı’ya değil, Arap Dünyası’na çevirmeliydik.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: İslamcılar, Batı’ya karşı geçmişin İslam uygarlığını yüceltirken, Doğu’da akılcılığın ve bilimsel düşüncenin hakim olduğu 8 – 13 yüzyıllara, Mutezile akımına, bu dönemde yetişen İbni Sina, Biruni, İbni Haldun, İbni Heysem gibi büyük bilim adamlarına değil, Müslüman Dünyası’nda dogmatizmi, taşlaşmayı ve gerilemeyi temsil eden şahsiyetlere ve dönemlere gönderme yapıyorlardı. Yani Batı Dünyası karşısında yaslanmaya çalıştıkları “Doğu”, bir üstünlük değil tam tersine zayıflığı temsil ediyordu.
Kitlelerin Abdülhamit dönemindeki gerçek dışı dünyası, o sıralar Avrupa’da hüküm süren barış durumundan dolayı nispeten uzun bir süre devam etti. Bu durum yeni bir yanılsamaya yol açtı. Abdülhamit’in otuz yıl boyunca Avrupa’ya toprak vermediği, İmparatorluğu koruduğu efsanesine kaynaklık etti. Oysa bu meselede de gerçek durum tamamen başkaydı. Avrupa’da güçler dengesi değişiyor, siyaset sahnesine yeni güçler çıkıyordu. 19. Yüzyılın büyük hakimi İngiltere, artık kendi evinde kendisine kafa tutmaya başlayan yeni bir güçle, Almanya’yla karşı karşıya geliyordu. Gelişen bir güç olarak Almanya, aynı zamanda Rusya’ya da rakip oluyordu. İşte dünya hakimiyeti için birbirleriyle yarışan bu güçler arasında 20. Yüzyıla doğru oluşan denge, nispi bir barışı da beraberinde getirdi. Dünya bu dönemde bazı yöresel çatışmalar dışında ciddi bir savaş görmedi. Abdülhamit yönetimi de bu barış durumundan yararlandı.
Avrupalı güçler arasındaki denge 20. Yüzyılın başında Almanya lehine bozulmaya başladı. Almanya artık, zamanın hakim emperyalistine meydan okuyabilecek durumdaydı. Dengedeki bozulma paylaşım savaşlarını yeniden başlattı. Osmanlı İmparatorluğu da bu yeni kargaşanın dışında kalamazdı. Esasen 20. Yüzyıla gelindiğinde dünyada sömürgeleşmemiş “boş alan” kalmadığı için Osmanlı İmparatorluğu üzerinde tam bir hakimiyet gerçekleştirmek, çeşitli emperyalist devlet grupları arasındaki rekabetin esası haline gelmişti. Böylece, Osmanlı Devleti Avrupa’daki nispi denge durumunun ertelediği kaçınılmaz sonuna doğru hızla ilerledi. Bu açıdan düşünüldüğünde, Abdülhamit’in bütün yaptığı, emperyalizmin ülkeyi sömürgeleştirmesine karşı mücadeleye önderlik edecek aydın, anti-emperyalist güçleri baskı altında tutarak bunları önemli ölçüde tahrip etmek olmuştur. Türkiye böylece daha sonra karşılaşılması kaçınılmaz olan bu ölüm kalım savaşına daha zayıf olarak girmek zorunda kaldı.
Menfaat kapısı ve yeni arayışlar
Dini canlanma, yoksul halk açısından gerçekte, acılardan, tehlikelerden bir kaçışı, bir avuntu bulmayı ifade etmekteydi. Ama birçokları açısından bu durum bir menfaat kapısıydı. Meşrutiyet döneminde bir ara Şeyhülislam da olan Musa Kâzım Efendi, bu durumu şöyle anlatmaktadır:
“Mürtekiplerin (rüşvetçilerin) büyükleri arasında geçen zatlar, ayıplarını örtmek, günahlarını saklamak için daima namaz kılarlar; seccadelerini resmi makamlara bile taşıtırlardı. Rahmetli Abidin Paşa (Kanuni Esasi Komisyonu üyesi) feylesof bir zat olduğu halde (o zaman feylesof demek dinsiz demekti) başını seccadeden kaldırmazdı. Mabeynde ve Babı Ali’de makul ve beğenilir kişi olmak için mutlaka post-nişin güruhuna katılmak zorunluluğu vardı… Halifelik, Tanrılık seviyesine yükseltildi. Saray dolaylarında dergahlar açıldı”[5]
Zamanını doldurmuş bir ideolojinin iktidar koltuklarını işgal etmeye devam etmesi ancak çürümüşlüğü gizlemeye hizmet etmektedir. Abdülhamit dönemi bunu kanıtlamıştır.[6]
Din bayrağı altında gösterilen tepkinin ikili bir muhtevası vardı. Batı’nın sömürgeci etkilerine karşı tepki ve her türlü değişmeye karşı tepki, yükseltilen din bayrağının altında birleşmiş durumdadır. Her türlü değişikliğe karşı, yani aynı zamanda modernleşmeye karşı tepki, dini ideolojinin çıkmazıydı. Daha modern bir konuma yönelmeden emperyalizme karşı mücadelenin başarıya ulaşması imkansızdı.
Din, emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı olamazdı. Dini ideolojinin önderliğinin çıkmazı, İslam Dünyası’nda yeni arayışlara güç verdi. Dini ideolojiye de alternatif olarak ortaya çıkan yeni ideolojiler, emperyalizme karşı mücadelede Müslüman halkların başarıya ulaşmasında etken oldular. Toplumun modernleşme ihtiyacına cevap verme çabasında olmaları bunların üstünlüğünü oluşturuyordu.
Dini ideoloji ise bu dönemde, giderek daha belirgin bir biçimde, Batı kapitalizminin ve emperyalizminin bir yedek gücü haline geldi. Toplumsal ilerlemenin karşısına dikilmek, emperyalizm ve dini ideoloji açısından beraber hareket edebilmenin zeminini oluşturuyordu.
Abdülhamit’in İslamcı siyasetinin en büyük destekçisi Alman emperyalizmi idi. Almanya’nın; İngiltere ve Rusya’nın sömürgesi durumuna düşmüş İslam ülkelerindeki dinci akımları desteklemek çıkarınaydı. Alman belgeleri o dönemde, Almanya’nın halifeliği ve İslam birliği siyasetini neden desteklediğini ortaya koyuyor.
Atatürk’ün deyişiyle, “dini terbiye” İslam uluslarını esir olmaktan kurtaramamıştı. Türkiye, 19. Yüzyıl sonunda ve 20. Yüzyıl başında iki büyük deney yaşadı. Dini ideolojinin önderliğini ve bu ideolojiye alternatif olarak ortaya çıkan devrimci milliyetçi bir ideolojinin önderliğini gördü. Birincisi Türkiye’yi esarete, ikincisi o günkü koşullarda emperyalist boyunduruğu, sınıfsal karakterinin empoze ettiği sınarlar içinde kırmaya götürdü. Birçokları açısından bunlar, bugün yeniden hatırlanması gereken derslerdir.
Ancak şunu da unutmamak gerekir. Laiklik ve devrimci milliyetçilik, milli burjuvazinin akımı olarak hatta kendi sınırlarını da zorlayarak, Fransız Devrimi’nin Türk versiyonu kimliğiyle, tarihi rolünü oynadı. Türkiye’yi modernleştirebileceği kadar modernleştirdi. Fakat, aynı akım, bu çağdaşlaşma sürecini tamamlayacak sınıfsal temel ve ideolojik içeriğe artık sahip değildir. Yerini daha modern bir akım ve sınıfsal güçler almıştır.
Dipnotlar
[1] Bu makale yazarın Laikliğin Neresindeyiz adlı kitabından alınmıştır. Bkz. Mehmet Bedri Gültekin, Laikliğin Neresindeyiz, Öğretmen Yayınları, Ankara: Ocak 1987, s.278-288.
[2] Bu noktada aklımıza, bugün artık neredeyse resmiyete çıkmış tarikatlar, bol bol din adamı yetiştiren çok yaygın öğretim kurumları, tarikatlar bünyesinde yine din adamı yetiştirmeye yönelik faaliyetler geliyor. Bugün de menfaati dinsel düzenin tamamen yerleştirilmesinden yana ve toplumun ilerlemesine hiç tahammülü olmayan geniş bir kesim, “din adamı” yetiştirmek adı altında açık veya gizli bir şekilde büyük bir hızla yaratılmaktadır. Osmanlılarda, menfaati dinsel düzenle tamamen birleşik durumda olan medrese kurumu ve bu kurumdan yetişmiş olan çevreler, her türlü yenileşmenin karşısında yer alan önemli bir engeldir. Bugün de aynı fonksiyonları üstlenmiş geniş bir çevre yavaş yavaş Türkiye’nin önemli bir handikapı haline geliyor. Atatürk’ten yarım yüzyıl sonra, bir kere daha.
[3] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, 1978, 1. Baskı, s.337-338.
[4] Her alanda Batı’nın eline düşmekle sonuçlanan Abdülhamit dönemindeki bütünsel ekonomik çöküntüyü, o zamanki dini canlanmayla birlikte düşündüğümüzde; bugünkü ekonomik çöküntüyü, Batı’nın reçetelerine gösterilen tam teslimiyeti ve gene bugünkü dini canlanmanın hep beraber ortaya çıktıklarını hatırlamamak mümkün değil.
[5] A.g.e, s.338.
[6] Bu manzaralar artık bizim yabancımız değil. Zaten insan bugün din adına yapılanları ve yapılmak istenenleri gördükten sonra, Cumhuriyet kurucularının Osmanlı’ya karşı olan tepkilerinin şiddetini anlayabiliyor.