Acılı Jawa yemeklerinden sonra acılı Türkiye düşünceleri

Az önce Endonezya’nın Jawa adasının ortasındaki Solo şehrinin Belediye Başkanı sayın Gibran Rakabuming’in evinde idik. Solo Uluslararası Festivali’ne katılan çeşitli ülkelerin sanatçı temsilcileri onuruna, Belediye Başkanı’nın ve şehrin önde gelen yöneticilerinin bir daveti idi bu. Başkan Rakabuming öyle herhangi bir Endonezyalı Belediye Başkanı da değil. Kendisi şu andaki Endonezya Cumhurbaşkanı sayın Joko Widodo’nun da en büyük oğlu. Yani Endonezya’nın geleceğinde önemli rol oynayacak bir isim. Belki de bir süre sonra Cumhurbaşkanı bile olabilecek. Çünkü bugünkü başkan Widodo da Solo’nun belediye başkanlığından Cumhurbaşkanlığa giden birisi.

Ama ben bu yazıda, davetteki görüntülerden ve sunulan geleneksel Endonezya ve özellikle de Jawa adasının çok baharatlı yemeklerinden bahsetmeyeceğim. İşin o kısmının zevki bana ait kalsın. Beni bu yazıyı yazmaya zorlayan asıl konu, Türkiye’yi temsil yöntemi ve bu temsilin tüm yükünün temsil eden “Ben’im” omuzlarımda olması idi.

TÜRK DEVLETİNİN GÜCÜ MALEZYA’DAN DAHA MI AZ?

Bu geceki yemekte, festivale Hindistan’dan 10 dansçı, Güney Kore’den 17 dansçı ve müzisyen kendi devletlerinin destekleri ile katılmaktaydı. Bunlara bir de Malezya’dan katılan kalabalık bir grubu eklemeliyim. Ayrıca İspanya’dan gelen flüt sanatçısı Rodrigo da İspanya hükümetinin desteğini almış da gelmiş buraya, sohbetimizde belirttiğine göre.

Ben ise, sevgili Türk Hava Yollarımızın, sadece İstanbul-Jakarta uçuşuna çok fahiş olarak istediği 870 ABD dolarını kesemden vermiştim. Üstüne üstlük, Jakarta’daki kalışımın otel masrafını da cebimden ödemiştim. Haydi yenilen-içilen şeylerin masrafını saymayalım, zaten yiyip-içecektik diyelim, geçsin. Endonezya gibi 250 milyon nüfuslu, 13 bin adadan meydana gelen ve Bağlantısızlar hareketi gibi devrimci bir konuda dünyaya önderlik etmiş Sukarno’yu yetiştiren, Tito’nun ta Yugoslavya’dan kalkıp geldiği, Güneydoğu Asya’nın kilit bir ülkesinde, Türkiye ve Türk kültürü tanıtılmalı, değil mi? Evet, Latif Bolat’ın kişisel arzusu, Yunus Emre sevgisi ve Türk Sufi kültürüne olan ihtirası yüzünden, tüm bu yük kendi omuzlarında mı olmalı yani? Jakarta, Solo, Malang, Bandung gibi önemli şehirlere, her biri 7-8 saat süren tren yolculuklarıyla, koştura koştura, aç-bilaç ulaşmak Türk olmanın bir mecburiyeti mi ki, Latif Bolat deliler gibi oradan oraya fırlayıp dursun, herkes evinde rahat rahat uyurken?

Endonezya da yetmedi, size Güney Kore’yi, Singapur’u ve Hindistan’ı da verelim mi? Çünkü Latif Bolat, yine kendi kesesinden ve kendi çabaları ile bu çok önemli üç Uzak Doğu ülkesinde de Türkiye’yi tanıtmak ve geleneksel kültürü yansıtmak üzere, Endonezya’dan sonra oralara da gidecek bir hafta sonra! Zaten Neyzen Tevfik misali mahallenin delisi rollerindeki Latif Bolat, son 35 senedir aynı yolculuğu yapmıyor mu ki? Arjantin’den tutun, Tunus’a, Brezilya’dan tutun Estonya’ya yine kendi çabaları ve kültür aşkı ile yollarda yaşlanmadı mı ki?

YUNUS’UN TORUNU OLMAK ‘GAZOZ AĞACI’ DEĞİLDİR, BİLİNSİN

Şimdi yapmasaydı, etmeseydi, bir zorlayan mı vardı ki, derdine mi düşmüş Türk kültürünü tanıtmak, türünden fikirleri duyar gibiyiz. Zaten bu tür “bana ne’cilik” değil midir ki güzelim Türkiye memleketinin geldiği noktanın sorumlusu. İşin içinde ancak para varsa parmağını kıpırdatan sanatçı, siyasetçi, aydın bizi bu hallere düşürmedi mi ki? Biz 40 senedir, Erkan Yücel Halk Tiyatrosunda çalıştığımız günlerden bu yana, bir yolunu bulup bu işin matematiğini çözmüş olanlardanız. Dünyanın dört bir yanına da gitsek, garip bir şekilde yiyecek ekmek bulunuyor nedense. Yunus Emre’nin omuzumuza vurup “afferin evladım” dediğini hayal etmek bile, işin mali boyutunu hallediveriyor ne de olsa, biz şahidiz buna birinci elden!

Neden oluyor da Malezya, İspanya, Güney Kore ve Hindistan devletinin, sanatçısına gösterdiği saygıyı ve desteği biz göremedik 35 senedir dünya yollarında? Bizim devletin bir Kültür Bakanlığı, elçiliklerimizin birer Kültür Ateşeliği yok mu? Elbette var, ve elbette herkes kendi halinde ve kapasitesinde bir şeyler yapmaktalar galiba. Ama neden oluyor da, Latif Bolat kardeşimiz 35 senedir bir damla destek, bir damla ilgi görememekte Türkiye’nin sevgili devlet katlarından? Diyeceksiniz ki adamların senin varlığından bile haberleri olmayabilir ki? Hiç de öyle değil: 35 senedir her ne ülkeye gideceksem, gelenek haline getirdim, oradaki Türk elçiliklerine inceden inceye detaylı mektuplar yazarım. Türk Devleti’nin elleriyle ve bizlerin paraları ile yaratıp FETÖ’ye hediye ettiği bir Yunus Emre Enstitüsü diye uluslararası bir kültür kurumu da var. FETÖ darbe teşebbüsünden sonra temizlendiği ve paklandığı ifade edilen, ama Türkçe dil kursları dışında ne kültür faaliyetinde bulunduklarını bir türlü anlayamadığımız bir dev kurum. Latif Bolat her uluslararası seyahatinde, YEE denilen bu arkadaşlara da yazar çizer, haber verir. Destek bile istemez. Ama ilaç için (Londra YEE hariç) zahmet edip iki cümlelik bir cevap bile vermezler, binlerce dolar harcayıp vardığımız Jakarta’da, ya da Zagreb’de, ya da Saraybosna’da programlarımıza kendileri de gelmez, bir hademeyi bari de göndermezler, kendilerini temsil etmeleri için!

SANTİAGO’YA, JAKARTA’YA KAÇ SANATÇIMIZ GİTMİŞTİR?

Devletin kendi sanatçıları vardır elbette, onları destekleyip istedikleri her yere gönderiyor olabilirler. Saygımız vardır buna. Lakin, hazır Latif Bolat binlerce kilometre yapıp Singapur’a ya da Buenos Aires’e gelmişse, bırakınız oradaki devlet görevlisi ya da YEE yetkilisi olmayı, sıradan bir Türk vatandaşı bile olsanız, insan biraz merak edip bir konsere gelmez mi? Gelmez, gelmiyorlar, gelmezler! Getirmek için ne yapmak gerek, onu da 35 senedir keşfedemedik vesselam. İnsanda biraz bile olsa bir milli heyecan filan olmaz mı, olmuyor galiba. Evet, Türkiye’nin en iyi Sufi müziğini çalmıyor olabiliriz, en yakışıklı şarkıcısı da olmayabiliriz, adımız Gülşen filan da olmayabilir. Ama Montevideo’ya, Santiago’ya, ya da Jakarta’ya kaç tane iyisinden, ya da kötüsünden Türk sanatçı gelir ki ömür boyunca? Eğer yetkili kurum iseniz, en azından bu adam Türk kültürünü nasıl tanıtıyor, atmasyon mu yapıyor, yoksa bölücülük mü beceriyor türünden resmi endişelerle bari bir uğramaz mı insan? Uğramaz, uğramıyor, uğramazlar.

HERKESİN HADDİNİ BİLDİĞİ BİR ORTAMA ÖZLEM

Ben de Mülkiye mezunuyum, yani Elçiliklerde elçilik, kültür ateşeliği ve yüksek seviyede çalışanların mezun olduğu, hele hele de o Fakültenin en iyi zamanlarından, en iyi derecelerle mezun olmuş biriyim. Yani bizim Çukurova dilinde dediğimiz gibi, “kıyttirik” bir müzisyen veya fikir adamı da değilim. O görevlilerin birçoğuna Türk tarihi, devrim tarihi veya İslam tarihini öğretecek becerikliliğim ve yeteneğim olduğunu da iddia ederim. Bu iddiayı da, Harvard, Yale, Cornell, Stanford ve Oxford’ da bu konularda konferanslar verdiğim ve kimsenin söylediklerime itiraz edememelerinden yola çıkarak yapmaktayım. Yani hodri meydan diyenlerdenim. Herkesin mesleğine saygımız var, ama bizim yaptıklarımıza ve mesleğimize de saygı bekleriz. Beklediğimiz saygıyı da görmezsek, gözünün yaşına bakmadan eleştiririz.

Kısacası dememiz o ki, Türkiye’nin her başkentte elçilikleri vardır ve aylar öncesinden nazik şekilde haberdar etmemize rağmen hiç kimse gelmez programlarımıza. Dünyanın önemli başkentleri ve şehirlerinde, milletimizin paralarıyla oluşturulmuş ve güzel maaşlar alan yetkililerle dolu birer Yunus Emre Enstitüsü vardır. Onlar da, aylarca öncesinden haber vermemize rağmen, iki cümle “reddettik, senin yaptığın müziği de sanatı da değerli bulmuyoruz” türünden bile olsa, bir cevap vermezler. Durum böyle olunca da şu soruyu, ta yukardan aşağıya bu kurumlardakilere sormak isterim, haddim olarak: “Siz kimsiniz arkadaşlar?” Jakarta, Solo, Malang, Bandung, Singapur, Seul, Pondicherry ve Orovil’e bekleriz cevabınız için! Buyurun!