Adana Altın Koza ve Altın Safran’ın ardından
Eylül ile Kasım ayları arasında kalan zaman dilimi, bir bakıma ülkemizdeki ulusal film festivallerinin görücüye çıktığı “altın aylar” oluyor. Bu ayların festival skalasındaki önemi çeşitli nedenlere dayanıyor. En önemli neden ise; yeni filmlerin vizyona girmeden önce, film festivallerinde izlenme kaygısından kaynaklanıyor. Festivaller arasında aynı tarihe odaklanma ve en yeni filmleri kendi festivalinde gösterme kaygısından kaynaklanan tatlı rekabet de bu yüzden oluyor.
Adana Altın Koza ile 15 yıldır yapılagelen Safranbolu Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali de bu sezonun ilk festivalleri oldu. Ardından Antalya Altın Portakal, Malatya, Erciyes, Marmaris, Datça vs diğer festivaller de hep bu zaman dilimi içinde festivaller sezonunu renklendirecekler.
ALTIN KOZA’DA FAVORİLER KAZANDI
Yerel yönetim seçimleri nedeniyle oldukça geç hazırlık çalışmalarına başlayan festivallerin, doğrusunu söylemek gerekirse pek yeterli bir düzeyde olmayacağı kuşkusu vardı. Ama Adana Altın Koza’nın deneyimli kadrosunun çok kısa zamanda yaptığı çalışmalarla ortaya koyduğu festival, -birkaç magazinsel dedikodulara malzeme veren ufak tefek söylentiler dışında- oldukça başarılıydı.
Festivalin ulusal yarışma bölümündeki filmler ise daha önceki yılları anımsatmayacak denli -birkaçı hariç- festivallik film olma özelliğinden oldukça uzak bir görünümü ortaya koydu. Neredeyse kameranın ardına geçen her bir kişinin, ticari sinemalarda gösterim olanağı bulması oldukça kuşkulu filmlerini, biz sinema yazarları da izleyiciler gibi biraz sıkıntılı bir şekilde izlemek zorunda kaldık. İzlemek zorunda diyorum, çünkü festivalin yarışma bölümünde izlediğimiz birçok film, aynı zamanda bizlere gelecek mevsimde izleyeceğimiz filmlerin kalitesi hakkında da bir bilgi veriyordu. Eğer bunlar en iyisi ise, diğerlerinin sinemasal açıdan değerini insan düşünmek bile istemiyor.
Sonuçta her zaman olduğu gibi favoriler kazandı. Tek sürpriz ise, Derviş Zaim’in filminde yaşandı. Yarışmaya katılan tüm filmler içinde Balık’ın yalnızca en iyi senaryo ile yetinmesine pek anlam veremedik. Festivalin en karlısı ise Deniz Seviyesi oldu. Esra Saydam ile Nisan Dağ’ın birlikte yönettiği film, Yeşilçam melodramlarının bilinen ve ezberlenen onca trüğünü kullanmasına karşılık, birçok dalda jürinin beğenisini kazanması ise oldukça ilginçti. Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum filmine gelince, genç kuşak için belki de umut taşıyacağımız neredeyse tek filmdi diyebiliriz. Sonuçta, hak edenlerin değil, daha şanslı olanların kazanıp, karlı çıktığı bir festival oldu. Bunu hep Antalya yapacak değil ya, bu kez de modaya Adana’nın jürisi ayak uydurdu.
BELGESELLERE DEĞER VEREN FESTİVAL
İzlediğimiz bir diğer festival ise, ülkemizin en eski belgesel film festivali olan ve aralıksız 15 yıldır yapılan Safranbolu Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali idi. Büyük festivallerde bir çeşit üvey evlat konumuna düşürülen belgesellere, gerektiği gibi değer veren bir festival bu. Tarihi değerlere sahip olan bu güzel yörenin, yalnızca korunmaya alınmış evleriyle değil, onun kadar bu festivaliyle de anılıyor olması boşuna değil. Safranbolu belki de, belgeselin bir yöreye, yörenin ise belgeselle verdiği önemiyle dünyada benzerine rastlanmayacak bir özelliğe sahip. Suha Arın’ın “Safranbolu’da Zaman” ile yaşama dönen yöre, onu yalnızca belgesel festivaliyle değil, meydanlara verdiği ad ve de onun adına kurduğu bir müzeyle de yaşatmaya devam ediyor. Kısacası festival ve de belgesel Safranbolu’da bir başka anlam taşıyor.