Ağustos

Canım Cansever’in, Kirli Ağustos diye kitabı var, kitabında da var olanın ağır yokluğundan, arada kımıldayan gündüzlerden, yola çıkmış gemilerden söz eden, sıcacık ama bembeyaz karakışta yazılmış aynı adlı bir şiir.... İlk bu geliyor aklıma ağustos denince. Aynı kitapta Naci ile Turgut’un Akşamı var; sanki Fethi Naci ile Turgut Uyar’dan bahseder: "Saçlarını taramayı unutma / yüz yıl sonra da böyle kalacaksın saçlarınla..." Çok severim Cansever’i ben. Masamda bir zamanlar çektirdiği, özgün baskı vesikalık resmi durur. Temmuzda yazılmış bir mektupla dönelim ağustosa... Sevgili dost Can Öz, babası Erdal Öz’e gelen mektupları Sevgili Erdal adıyla yayınlamıştı geçen bahar, Edip Cansever’in, 8 Temmuz tarihli nefis mektubu... (Petrol adlı şiir kitabı yeni çıkmış, Erdal Öz de kitapçı açmış, şair kızgın, ağustos gibi alev almış): "8 Temmuz 1963 - Sevgili Erdal, Öğle üzeri biraz içtim. Kumkapı’da. Devam edeceğim. Petrol var ama, yollamam. Ne olacak üç beş pezevenk okuyacak da Petrol’ü, başları göğe mi erecek? Resim de yollamam. Ne olacak benim resmim bir köşede duracak da... Eşe dosta da duyurmam. Bana ne, kitapçı dükkânı açmışsın, duyur kendin. Ben komisyoncu muyum..."
Dönelim. Ağustos var çünkü. Martla başlayan Roma takvimine göre altıncı ay olan sextilis (seksten çok six, altı olarak düşün), İmparator Augustus’a ithaf. Ancak bir önceki ay olan quintilis, daha önce Julius Sezar’a adanmış ve o zamanlarda biri otuz bir, diğeri otuz gün. Bakıyorlar, köşede, süklüm püklüm duran bir gariban şubat var, Sezar’ın egosu az daha okşansın diye bir gün daha alınıyor bu yavrudan, bu yana ekleniyor. Her iki imparatorun ayı da otuz bir çekmeli (günden çok erkeklik olarak düşün)! Böylece bu, aman Tanrım çok da büyük siyasi sorun, tez zamanda ustaca çözülüyor. Art arda gelen bu iki ayın ikisi de bu yüzden uzun. Böylece ilkokul çocukları için, yumrukları birbirine dayayarak ayların kaç çektiğini bulma yöntemi bulunmuş oluyor. Büyük buluşlar tarihine kaydedin!
Dönelim. Ağustos var. Kavafis’in canım şiirini ustamız Özdemir İnce çevirdiydi, Çok Uzak adıyla da Livaneli besteledi: "Bir giysiydi sanki yaseminler / Ağustostaydık, ağustosta bir akşam / Gözlerini hatırlıyorum biraz, sanırım maviydiler..." Böyle dizeler geçer içinden yazın. Ben en çok yolculukta severim şiiri.. Çok uzak yollarda. Adı belki Çok Uzak olduğundan. Ve hep eylüle ulaşılır nedense diyordu Turgut Uyar, ağustostan... Harman ayıdır bizde bu ay, Latince augere’den türer, artırmak, büyütmek, yüceltmek. Babil’de ya da Suryani takviminde ab, abu diye geçmesi, ab’ın eski dilde su olmasından... Hepsinin harmanla ilgisi... Mükemmel!
Sonra ilk kez karşılaştığım o aşk parçası, can parçası var ağustosta. Geçen yıl tam da doğum gününe geliyordu, paylaşmıştım seninle hikâyesini ey okur, en değerli şeyim Nar var. 2011 yılında, 5 Ağustos günü, sabah sekize doğru ilk kez karşılaştım onunla. Ağlayacak kadar bile çıkmıyordu sesi, şimdi sekizine doğru koca çocuk oldu, ay parçası bu dünyada. Geçen yıl Yo’t başlıklı bir yazıyla anmıştım onu, hatırlamazsın belki. Gazete yazıları nankördür, çabuk unutulur, gazeteler de öyle. O yüzden her gün yeniden dikilirler karşına. Öncü Gençlik ile Dikili’de, yaz kampında yaptığımız çalışmada, Nar’a sürpriz doğum günü yapmıştık. Öncüler "iyi ki doğdun Nar arkadaş" diye bağırırken nasıl da şaşırmıştı bizimki, halen anlatır durur mutlulukla.
Bana bu şekerli, pembe, tatlı ağustos o kara 17 Ağustos’u hatırlatır bir de. Acı işte. O zaman Adapazarı’na çok yakın bir yerdeydim, Karasu’da. Deprem gecesiydi evet. Gece saat üç mü ne... Kumsalda, kıyıdaydım. Deniz tuhaf, geri çekilmiş. Kumlar fena elektrikleniyor. Ay gidip gelmekte. Ötelerde denizde kıvılcımlar. Birden sallanmaya başlamıştık kumun üzerinde. Cehennem gibiydi. Ötede, yazlık sitede evler birbirine tutunarak ayakta kalmıştı. Farkında değildik neyle karşı karşıya olduğumuzun. Gün ağarıp da televizyonlar açılınca anlaşıldı olan biten. Ekmek, su, süt gelemeyince siteye... Sallantı devam ettikçe anladık. Üç günde ancak varmıştık İstanbul’a... Ne karanlık günlerdi, ne acı!
Son şiir kitabımın adı boşa Dünya Evi değil, Aslı ile dünya evine girmiştik ağustosta. Nasıl unutulur... İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli diye boşa demedi Cansever. Güneş en güzel bu ayda doğar. Biri bize el eder gibi uzaktan. İlhan Berk bu ay öldü, hatırla. Ağustos, dalga sesleri sanki, ötelerden duyulan bir öğle uykusu. Çocuksun. Salıncak sallanmakta parkta, demirlerin yağız gıcırtısı gelip balkona dek, tülleri aşarak buluyor seni. Sofra kurulmuş, bahçede gecesefaları uyumakta, az önce denizden çıkmışsın, eve gelmiş dinleniyorsun, ayakların temiz çarşafların yumuşaklığında; mutlu, serin, küçük bir uyku. Sofrada karpuz, peynir, ışıldayan yeşil zeytin... Güzellik daha başka nasıl hayal edilebilir!
Ağustos; kendimi sakinleştiririm. Dur daha dur, yaz bitmez, bitmiyor derim... Eylül geliyor ama olsun, zaman var. Acele etme evladım diye durdururum kendimi. Eylülün yarısı yine yazdır derim, henüz bitmemiştir. Günler var daha, kısalacak belki on beşinden sonra ama telaşlanma! Nasıl sormuştu Dağlarca, ha, nasıl, "peki neden üşütür hep karanlığın büyüklüğü bu ağustos gecesinde" diye... Kozalak toplanır, kızılcıklar olmaya başlamıştır. Nar, hazırlar kendini soğuk günlere. Reçeller kaynatılacaktır, yazın güzelliğinden hatıralar bırakılacaktır kışa. Turşular, yaz sebzelerinden. Turgut Uyar’ı anacağım yine, kayayı delen incir; incir vardır işte ağustosta...
Ah ki nasıl! Kirli ağustos diyordu şair, gözkapaklarımı da yaktım sonunda!