Ah biz barbarlar!
Dünyada Asya’nın büyük yükselişi yaşanırken, bizim bu dünyaya ilişkin bilgi dağarcığımız pek de iç açıcı değil. Elbette sıfır değiliz. Ama kendi yaptığımız araştırmalar çok az. Bu kültürlerden doğrudan yapılmış çeviriler de çok az. Kaynakların önemli bir bölümü Batı çıkışlı. Aralarında değerli olanlar varsa da, Batı kaynaklarından gelen bilgilerin genel özelliği, bilginin üçüncü bir aklın kırımından geçip de gelmesi.
***
Batılı aklın tarih kırımına verilebilecek çok örnek var.
Bunlardan biri, İspanyol-İngiliz bir kadın akademisyen yazar tarafından İngilizce yazılmış olan Rus Çarı III. Ivan’ın biyografisi. Yazarı, 1919’da doğmuş ve daha yeni, 2014’te yaşama veda etmiş olan Isabel de Madariaga. Türkçesini İş Bankası Kültür Yayınları’nın 2010’da yayımladığı kitabın ilk İngilizce baskısı 2005 tarihli. Yazarı o tarihte 85 yaşında. Kalemindeki, başkalarının sözlerine pek de önem vermeme halinin rahatlığı, sanki bu olgun yaştan gelen bir rahatlık.
Batılı yargıları keskin, sözleri de bir o kadar açık...
***
Yazar önsözde kitabını “Ivan’ı bir insan ve bir hükümdar olarak anlamaya yönelik bir çaba” olarak tanımlıyor. Sonuçta Ivan’ın Tanrı olmaya kalkışmış bir şeytan olduğunu söylüyor: “sabahın yıldızı Lucifer’in ta kendisidir, Tanrı olmak istemiş ve semadan kovulmuştur” (s.451).
Diyebilir mi diyebilir; yazar Rusya’nın 16. yüzyılı üzerine olmasa da 18. yüzyılı üzerine uzman bir kişi. Hem ne de olsa herkes ‘hür / özgür’.
***
Ama epeyce hacimli olan kitap, elbette bireysel analizle yetinmiş değil. Aksine, kitap boyunca Rusya’ya karşı pek bir sevgi yok, bolca ve tuhaf bir öfke var. Öfkenin bir ucunda Tatar/Türk tarihi, diğer ucunda Ortodoksluk inancı yer almış görünüyor.
Örneğin aşağıdaki gibi:
“Fakat Rus aristokrasisinin step göçerleriyle oldukça yakın ilişkileri vardı. ... Bu temasların iki özel boyutu Ruslara geçmiştir. Adını vererek söylemek gerekirse biri gaddarlığın derecesidir ki bunu bilfiil infazlarda yaşadılar ya da Altın Orda’da biri cezaya çarptırıldığında gördüler; ikincisi ise düzenli bir adli işleyişin olmamasıdır (Bizans’taki uygulamaları genelde görmediler). Rusya’daki Ruriklerin soyundan gelen prenslerin (ya da onların Viking atalarının) böylesi bir barbarlığı yapamayacakları anlamına gelmiyor bu, ama çeşitli vesilelerle vakayinamelerde kayda geçtiği gibi, böyle bir barbarlık Hıristiyan bir ülkede açıkça yanlış bulunmuştur. (sf.7)
Hepsi tuhaf, ama son cümle iyice tuhaf.
Sapkın diye birbirini ateşte yakan İspanyol ve Roma Engizisyonları, İngiltere’de “sapkınları infaz” harekatları orta yerde dururken, Rus - Tatar dünyasındaki “böyle bir barbarlık” hangi Hıristiyan ülkede “açıkça yanlış bulunmuş” olabilir ki?
Yazar, “Altın Orda hakimiyetinden yeni yeni çıkan” Rusya’da Çarın despotizmi “Batı’da Rönesans, Reformasyon, Karşı Reformasyonla kendini gösteren entelektüel ve ruhani hareketlere kendini açmasını geciktirmiş ve hatta engellemiştir” (sf. 442) fikrinde.
Batılı gözünde Rusya’da da gecikmişlik var ve nedeni bizdekiyle aynı. Rusya’nın sorunu Moskova devletinden başlayarak, ‘Doğu’ ile mayalanmış ve her daim “Uygar Batı” dünyası dışında kalmış olmasından ibaret...
Ama bizim suçumuz sanki iki kat! Barbarlığımız, Vikinglileri de Batı’dan koparmış!
***
Galiba Türkçe piyasadaki pek çok kitabın özü böyle.
Ruslarla Türkleri bir çuvalda duvardan duvara vurmacadan ibaret. Ortada, bu özellikleri taşıyan hatırı sayılır bir külliyat var. Taraflı ve saf politik, tarihten hareketle bugünü ve geleceği kilitleme gayretlerine hizmet eden bir külliyat.
Bunla başa çıkmanın yollarını bulmak gerek.