Ajda Pekkan’dan Amigo Orhan’a...

Ajda Pekkan’ı, popüler kültür kalemizin, on yıllardır nice salvolara direnmiş surlarından birisi diye tanımlasak yanlış olmaz herhalde. Direnmiş de, gedik bile vermemiş... Yeri gelmiş, başbakanının arzusunu emir telakki ederek; taa Somali’lere gidip, kemikleri sayılan çocukların, aç insanların görünmediği steril alanlarda, gürbüz Afrikalılarla gerdan kırıp, neşe saçarak, bizim de bir Angelina Jolie’miz olduğunu cümle âleme göstermiş, en millisinden bir “misyoner”dir kendileri. (Burada Jolie, emperyalistlerin arkasına saklandığı bir beden, maske olarak kullandığı bir yüz değil; bir iyilik meleği, bir dünya yıldızı olarak zikredilmiştir!)

Sadede geleyim. Çok satan bir gazetenin magazin ekinde, “Ajda yazıyor” diye bir köşe kaçtır gözüme ilişiyor. Yalan söyleyecek halleri yok ya, ben de Ajda yazıyordur diye okudum. Okuyunca da inandım ki, kesin o yazıyor... Bu fikirler, bu vizyon ona ait değilse, Somali uçağındaki arkadaşı Nihat Doğan’a ait olabilir ancak...

İlk bölüm başlığının, “Ben bir devrimciyim” olduğunu görünce, merakım dörde katlandı zaten. Ama size ikinci yazısından alıntı yapacağım. Seyahat Acentaları Birliği’nin başkanıyla, halkı müzelere ve tarihe özendirmek amacıyla Arkeoloji Müzesi’ne gittiklerinden söz edip şöyle devam ediyor Pekkan:

“Defalarca, konser ve toplantılar sebebiyle gitmiştim. Ama bu kadar detaylı gezmemiştim. Bahçesi ve kafeteryası muhteşem... Tarihin içinde oturup kuşların sesi ve mis kokulu Gülhane manzarasıyla kahvemi yudumlamak, dostlarla dertleşmek çok iyi geldi bana. Şiddetle tavsiye ederim...”

E, hani müze?.. Bahçe, kahve, muhabbet, şiddet iyi de, müzeyi özendirecektiniz ya?.. Muhtemel ki, popüler figür kontenjanından yer aldığı projede, müzeyi gezmedi bile Ajdaa’nım... Olabilir lâkin; yazma o zaman, kaş yaparken göz çıkartma diyeceğim ama al yazanı, vur okuyana demek ki...

Aynı magazin ekinde, yeni nesil bir dizi oyuncusunun da röportajı vardı. Fahriye Evcen, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunuymuş. Ayrıca felsefe eğitimi almış, Sokrates ve Platon’u incelemeyi seviyormuş. Röportajı yapan sormuş: “Kendinize dair ne ders çıkardınız, hayat felsefeniz ne?” Evcen yanıtlamış: “Sorgulamanın bir sonu olmadığını çözdüm. Bir soru sorduğunda ve onun cevabını aldığında, aslında nihai bir cevap almış olmuyorsun. Benim felsefem, Carpe Diem, anı yaşa gitsin...”

Bunlar popüler kültürün göz önünde olan örneklerinden sadece ikisi, kim bilir kaç kişiye rol model oluyorlar, kaç genç insan onların yolunda ilerlemeyi seçiyor? Sadece onlar mı, 2 milyon liralık otomobillerini milletin gözüne sokarken, 2 kelimeyi bir araya getiremeyen sporcular yok mu? Onların sayısı az mı?

Şimdilerde meydan onlara kalmış gibi gözükse de, Türkiye bu örneklerden ibaret değil tabii ki. Aslında bugün bunlarla taban tabana zıt, şahane bir spor insanından söz edecektim. Futbol Federasyonu’nun Tam Saha dergisinde Mazlum Uluç imzasıyla 4 yıl önce yayımlanmış nefis bir röportajın girişini yapıp, devamını sonraya bırakalım.

“Amigo Orhan” adını duyunca, duraksamadan “Hey gidi günler” diyenlerin sayısı, “O da kimmiş?” diyenlerden artık daha azdır sanırım. Röportaj tarihinde 75 yaşında olan Orhan Erpek, öyküsü, birikimi ve fikirleriyle sporda ders olarak okutulması, el üstünde konferanstan konferansa taşınması gereken birisi...  Genel kanının aksine, futboldaki Anadolu devriminin öncüsü Trabzonspor değil, Eskişehirspor’dur. İstanbul oligarşisine karşı, Göztepe’nin araladığı kapıyı, 60’ların ikinci yarısında açan onlar olmuştur. 2 kez Türkiye Kupası, 1 kez Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan, 3 kez de Lig Şampiyonluğu’nun eşiğinden dönüp, ligi 2. bitiren Es-Es’in, bugünün deyimiyle sadece “tribün lideri” değil, çok daha fazlasıdır Amigo Orhan. 

DSİ’de topoğraf olarak çalışırken, ne uğruna işinden ayrıldığını, en iyi anlatan Erpek’in kendi ifadeleri: “İstanbul’un hegemonyasını sarsmak, Eskişehir’i Türkiye’ye tanıtmak için, şehir sevgisinden ve halkın spora yatkınlığından yola çıkarak bu işi organize ettik. Bütün şehir Eskişehirspor’la ilgileniyordu. Hep birlikte hareket edersek buradan büyük bir gücün doğacağını düşünerek kollarımızı sıvadık.

Bütün şehir bu organizasyona tüm varlığı ve gücüyle iştirak etti. Zengini, fakiri, kapitalisti, işçisi, sağcısı, solcusuyla tam bir kenetlenme oldu. Bizim kuşak Kuvayı Milliye ruhunun son kuşağıdır ve oradan da gelen ruhla, hepimiz Eskişehir için mücadele ettik. Bu sportif bir isyan, bir başkaldırı hareketiydi. Tek amaç Eskişehir’di. Ve hegemonyayı sarstık. Amacımıza ulaşmakta yüzde 95 başarılı olduk.”

Evet, bugün Kırmızı Şimşek’in tribünlerindeki bandosu, o günlerin mirasıdır bana göre. Stada döner bıçağıyla gitmenin, sahaya sustalı fırlatmanın falan akıllara gelmediği günlerin... Binlerce kişilik coşkulu koronun, şehvetle küfretmek yerine, “es-es-es-ki-ki-ki-eski-eski-es...”, “Fethi-Nihat-Ender-filelere gönder” naifliğiyle bağırdığı günlerin...

“Ajda Pekkan”ın adını böyle banal bir yazıda kullanarak, prestijini zedelemiş olmamayı ümit ediyorum!