Almanya’nın insan kaynağı yok mu?
İnsan kaynağının sürekliliği için sosyal devlet örgütlenmesiyle, gelecek nesillerin güvencesini sağlamaya çalışırlar. Kamusal devletin zayıflatılmasıyla ve tam istihtamın tıkanmasıyla birlikte, ulus ötesi büyük sermayenin yol açtığı işsizlikten oluşan yedek emek ordusu, hep hazırda bekletilir. Kapitalist toplumda insan kaynağı içerde tutulduğu sürece, sistem bu şekilde işler. Ancak içinde bulunduğumuz süreç, sistemin sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Avrupa merkezinde son dönemde gıda, enerji ve ilaç kıtlıkları yanına, şimdi de insan kaynak kıtlığı eklendi. Almanya her yıl dışarıdan insan kaynağı ithal ediyor. Somut açıklamalara göre, önümüzdeki dönemde yıllık ortalama 400 bin insana ihtiyaç duyulacak. Bu rakam ülkedeki belli branşların kan kaybını durduracakmış. Eleman kıtlığı yaşayan üretim, yapı ve sağlık gibi sektörlerin umudu, dışarıdan getirilecek iş gücündedir. Ayrıca dijitalleşmenin açacağı yeni branş alanlarına da, binlerce nitelikli eleman talep ediliyor. Hindistan ve Asya ülkeleri nitelikli eleman bakımında, odak noktası oluyor. İş gücü bulma kaynağı ise Balkan ülkelerinden başlıyor. Sağlık sektörüne eleman bulma arayışında ise, Türkiye tercih edilen ülkeler arasında.
Dışarıdan insan kaynağını hızlı ve kolay Almanya’ya çekmek için, devlet bürokrasisinde güncelleme ve esneklik yapılacağı, hükümet tarafından paylaşılıyor. Hedef ülkelerde Alman Konsolosluğu aracılığıyla dil kursları, danışma ofisleri ve yönlendirici online çalışmaların daha aktif ve verimli hale getirileceği planlanıyor. Ticaret Odası’da bu çalışmalara destek verecek. İş başvuruları yurt dışından da yapılabilecek. Yani ‘işin hazır’ davetiyesi çıktığında, adaylar valizlerini hazırlayacaklar. Almanya’ya göç edecek insanlar, burada işverenlerin yardımıyla ev bulacaklarmış. Eşli ve çocuklular içinde, yeni bir entegrasyon (uyum) çalışması öngörülüyor.
KALKINMAYI BAŞARACAK İTİCİ GÜÇ, GENÇ NESİLDİR
Peki 84 milyonluk Almanya’nın tüm iş piyasasını karşılayacak, kendi insan kaynağı yok mu?
İstihdam edilen 46 milyon çalışanın yanında, güncel duruma göre 2,4 milyon işsiz var. Toplumsal üretime katılan emek gücüne kıyasla bu rakam düşük. İstatistiksel veriler 26 milyon emekli olduğunu paylaşıyor. Geriye kalanı da sosyal yardım alanlar, öğrenciler ve çocukların oluşturduğunu gösteriyor. Uzmanlar, gelecekte genç nüfusun değil, yaşlı nüfusun yükseleceğini öngörüyor. 2035 yılından sonra tahminen 13 milyon insan daha emekli olacak. Dolaysıyla gerekli sayıda çalışan olursa, sistem ‘çalışamayanları’ finanse edebilir. İstihdam edilen her bireyin sisteme katkısı şudur: devlet vergisini, sermaye kârını, bankalar faizini biriktirecek ve bu kaynağı meydana getiren yani artı değeri üreten, çalışanlardır. Ama kalkınmayı başaracak itici güç, genç nesildir. İşte Almanya’da bu genç nesilin devamlılığına ve geleceğine yönelik perspektifin olup olmadığı tartışılmalı. Mesela yeni yapılan binalarda genelde 1 çocuk odası planlanıyor. Yani fazla çocuk sahibi olma veya aile kurma koşulları için, gelecek güvencesi öngörülemiyor. Örneğin tarihteki devrimler, genç nüfusun oranla daha fazla olduğu dönemlerde gerçekleşmiştir. Çünkü genç nesiller doğru mevzide konumlandığında, vakti gelmiş teorilerin pratiğe dönüşmesiyle birlikte, değişimin de önü açılıyor. Nüfus azalma ‘korkusuyla’ dışarıya yönelmek yerine, içerideki mevcut olanakları nasıl en verimli hale getiririm mantığıyla hareket edildiğinde, dış kaynağa büyük oranda gerek kalmayacaktır. Çünkü çağı yakalama çabasında olan ve 21.yüzyılda iddialı vizyonlarıyla öne çıkan Almanya, sürdürülebilir yeni inovasyonlarla “Sanayi Devrimi 4.0”ın öncüsü olmak istiyor. Dolaysıyla bu vizyona sahip olan ülke dışarıdaki insan kaynaklarını kurutarak, buraları geleneksel yöntemlerle‚ sömürmekten vazgeçmelidir. Bu yöntemi uygulayan ülkeler çağın ilerisine sıçrayamazlar, ancak gerisine düşerler. Neden? Çünkü A, B ve C ülkesine ihtiyaç olacak kendi nitelikli beyinleri başta olmak üzere, iş gücünden yoksun bırakılıyor.
Oysa 21.yüzyılın yeni Sanayi Devrimi 4.0 el, kol ve beyin emek gücünün yerine, teknolojiyi getireceğini şimdiden ilan ediyor. Dolaysıyla insan merkezli işçiliğin azalacağı ve üretimin yapay zekâya, robotlara, otonom sistemlere geçeceği öngörülmektedir. Gidişata göre Almanya dışarıdaki insan kaynağına değil, içerdeki mevcut insan kaynağıyla dijital alt yapıları inşa etmede strateji belirlemeli. Nihayet dijitalleşen iş ortamlarında, insanların haftalık “20 saat” çalışacağı yeni bir dünya ufukta gözüküyor. Geleceğin teknolojisi sosyolojiye nasıl etki yapacağını göremeyenler, hâla insan gücünü üretim süreçlerinde tutmada ısrarlı ve emeklilik yaşını “67” ye yükseltmeyi tartışıyor veya mevcut emekli insanların ek işlerde çalıştırılmasını, teşvik etmek istiyor. Mevcut duruma göre yaklaşık 1 milyon emekli insan ek ‘part time’ işlerde çalışıyor. 60 yaşını geçmiş insanları hangi firma işe alır ve daha fazla ‘ful time/tam zamanlı’ çalıştırabilir? Bu da ayrıca düşündürücü.
Genç nesilleri geleceğin dijital dünyasına hazırlayabilen ülkeler ise, jenerasyonları kaybetmez ve devamlılığını sağlayabilir. Dijital devrimin birçok alanda sağladığı uzaktan çalışma imkanı, iş göçünü büyük oranda önleyebilir. Yani zaman ve mekândan bağımsız dünyada herkes, her an, her yerden, her şeye erişebildiği gibi, geleceğin çalışma anlayışı da bu ortamlarda gelişecek.
Almanya ve her yer aynı dijital ağlara bağlandığında, ekran kadar yakın olan nitelikli insanları yerlerinden yurtlarından etmeye de, gerek kalmayacaktır.
YURTSEVERLİK İNSAN KAYNAĞINI İÇERDE TUTABİLİR Mİ?
Başka bir boyuttan değerlendirecek olursak, Alman “yurtseverliği” kavramının, yeni nesiller için anlamı var mıdır? Yurtseverlik Almanya’nın insan kaynağını içerde tutabilir mi? Yaklaşık 3,5 milyon Alman yerlisi Almanya’yı terk ederek ABD, Kanada, İngiltere, İsviçre ve Avusturya gibi ülkelere göç etmiştir. Binlercesi de Türkiye’ye yerleşti. Diğer yandan ABD’li tekeller Alman büyük sermayesini iflas ve resesyondan ‘kurtarmak’ için, yatırımlarını ABD’ye taşımalarını tavsiye ediyor. Bu çağrıya uyan sermaye çevreleri de oldu ve “göç” etmeye başladılar. Almanya’nın ekonomik haritasına bakıldığında, merkezi üretim tesislerinin yanında ABD askeri üstleri de ‘tesadüfen’ konuşlanmıştır. Bu paralelde büyük yabancı sermaye, pazarı işgal ederek yerli ürüne ‘kota’ koymuştur ve rekabet imkanını da ortadan kaldırmıştır. Pazara odaklanıldığında ürünlerin yüzde 90’nı ‘yabancı’ menşeli. Örneğin Almanyan’ın tanıdık süpermarketlerin raflarından büyük yabancının ürünlerini çıkarın, geriye parmak sayısı kadar yerli ürün kalır. Sadece gıda sektöründe değil, bütün branşlarda benzer sonuçları görebiliriz. Sonuç itibariyle “Alman yurtseverliği” içerde hangi kökenden olursa olsun, üretici güçlerle sınıfsal dayanışmayı hedeflemeli ve dışarıda anti emperyalist bir duruşla tarih sahnesine çıkabilirse, Almanya’nın insan kaynağını içerde tutmada ve gelecek nesillere yön vermede katkı sağlayabilir.