Altın Koza ve Altın Portakal-(TAMAMI)

Ülkemizin iki büyük festivali, her ne kadar sözüne etmeseler de tatlı- sert bir yarış içindeler. Daha güzelini ve iyisini sunmak, kamuoyunda kendilerinden daha fazla söz ettirmek, ve daha ilginç ve cazip etkinliklere imza atmak için kıyasıya yarışıyorlar. Önceleri ödül miktarını arttırma alanında görülen bu rekabet, giderek film-yönetmenlerin paylaşımına dek uzayıp gitti. Her iki festival de, bir satranç oyunundaki gibi, gerekli zamanlarda, gerekli hamleleri yaparak bu hizmet oyununda öne çıkmak, ilk sırayı almak istiyor. Bundan daha doğal ne olabilir ki. Sonuçta; bu yarışın galibi elbette ki sinemamız, bu alana hizmet ve emek vermiş bizim sanatçılarımız olacak…

Ama durum pek de öyle gözükmüyor. Yarışın da, hizmetin de kimi zaman tadı kaçıyor, rekabet sinemayı odak almayıp, bir başka alanlara kaydırılıyor. Birisi gerçekten sinemaya hizmet etme amacını güderken, diğeri popüler kültürün tüm ögelerini cömertçe ve de sorumsuzca kullanarak türbinlere oynuyor. Tabii burada da işin tadı kaçıyor, sinema ikinci plana atılarak, ucuz bir popülizmin aleti oluveriyor. Bizim itirazımız da burada başlıyor.

Hiçbir festivalin saygınlığı uzun ömürlü ve sürekli olmasıyla ölçülemez. Bir festivalin saygınlığı niceliklere değil niteliklere bağlıdır. Yalnızca güncelliğe oynamak ve ona bel bağlayarak festivalden söz ettirmek, geri tepen silahların en tehlikelisidir. Festivaller yalnızca güncel olanı öne çıkarıp abartmazlar, giderek geleceğe, kalıcı etkinlikleri, unutulmaz programları ve de yayınlarıyla bir mirası da devrederler. Yalnızca ülkemizde değil, dünya da hiçbir festivalin önemi ve saygınlığı uzun ömürlü olmasıyla ölçülmez. Uzun ömürlü ve sürekli olmak, elbette ki bir festivalin artıları arasındadır, ama önemli olan bu festivalin uzun ömürlülüğüne saygınlık katmak, onu kendi alanında her yıl kimi yeniliklerle yükseklere taşımaktır.

İki festival arasındaki bu tatlı-sert rekabet, kaçınılmaz olarak sinema ortamına da yansıyor, giderek yönetmen-yapımcıların, hatta oyuncuların taraf olma konumunu ortaya koyuyor. Bu durum da pek hoş değil. Festivallerin ana amacı sinemamızı taraf olmaya zorlamak değil, birlik olmaya yöneltmektir. Ama ne yazık ki bu rekabet ortamı, bu ana amaca da pek hizmet etmiyor.

Bir de nitelik olarak, ya da bir diğer söyleyişle festivallerde yarışacak filmlerin giderek azaldığı bir dönemde, tek bir festivali bile besleyecek filmler ortada yokken, birbirlerine çok yakın bir zamanda arda arda, iki büyük festivalin yapılması ne kadar doğru bir seçimdir orası da ayrı bir tartışma konusu. Oysa iki festivalin üst düzey yöneticileri bir araya gelerek pekala bir centilmenlik anlaşması yaparak, bu durumu düzeltebilirler. Yoksa her yıl birbirlerine üstünlük kurmak için ödül miktarını arttırmak, ya da tüzükleri değiştirerek filmler üzerine tekel kurmak geçerli bir yol değildir.

Daha önce de belirtmiştim. Sonuçta her iki festival de bizim festivalimiz. İkisini de yaşatmak ve saygın bir hale getirmek zorundayız. Birini diğerine kırdırarak olumlu bir sonuca varmak mümkün değildir. Yöneticiler, belediye başkanları gelip geçer. Geriye yalnızca festivallerin adları kalır. Biz işte o adları saygın kılmak yarınlara taşımak zorundayız.