Amerikan ‘Think Tank’lerinin efsunladığı ‘Saftirik Türk Solu’

Seçimler konusunda yazı yazmamak için kendimi zorlamaktaydım. Çünkü o kadar çok yazı çıkıyor ki bu konuda! Ama Türkiye’nin genel aydınını temsil ettiğini düşündüğüm bazı arkadaşlar ile ateşli seçim tartışmaları yapınca, bir de ben ele alayım dedim bu konuyu. Hele de arkadaşlarımdan birisi, dedelerinin 1877 Rus-Osmanlı savaşından dolayı Türkiye’ye göçmen geldiğini belirtip, bugünkü Rusya’yı ABD emperyalizmi ile eşitleyince dayanamadım.

Bu yazıya başladığımda ise Türkiye’deki seçimlerin gidişatını da, siyasi liderleri de, siyasetlerini de, dünya çapında olan bitenler ışığında ele almak gerekliliğinin farkına vardım. Daha ilk elde, aslında Türkiye’deki seçimlerin, geçen sene Şili’deki, geçen hafta Paraguay’daki, seneler önce de Hugo Chavez’in ölümünden sonraki Venezuela seçimleri ile şaşırtıcı bir benzerlik taşıdığını gördüm. Hatta daha da uzun dönemli düşününce, bizde olan bitenin, Saddam Hüseyin zamanındaki Irak’ta, Kaddafi zamanındaki Libya’da, Lula’nın ilk defa seçildiği günlerdeki Brezilya’da olanlarla, büyük bir benzerlik içinde geliştiğini de farkettim. Bu benzerliği, hatta aynılığı düşününce de, bu “oyun kuran merkez”in günümüzde ABD’den başkası olmadığına bir kez daha karar verdim. Avrupa bile; Almanya’sıyla, Fransa’sıyla ve bilumum Avrupa Birliği üyeleri ile, bu büyük küresel oyunda, sadece bir piyon ve amatör oyuncu gibi kalıyor, oyun kurucusu ABD’nin becerisi yanında.

HER TAŞIN ALTINDAN ÇIKANLAR KİM?

Yazılarımda ve kişisel sohbetlerimde, sürekli olarak ABD’nin “think tank” olgusuna dikkat çekip, olan biten her şeyi, bir de bu açıdan ele almak gerektiğini belirtirim her zaman. Yani, durup dururken çalıların arasından bir kuş uçuverse, bunun altında da ABD’yi aramak gerek diye saçma bir sonuca bile ulaşabilirim bu bakış açısıyla. Ama, öyle bir saçmalık yapmak, kuş uçtuktan sonra gelen zehirli yılan tarafından öldürülmekten daha akıllı bir şey olurdu diye de kendimi affederim her defasında.

ABD, resmi olarak 1776’da kuruldu ve ilk yaptıkları şeylerden biri de, hemen her köyde ve kasabada birer üniversite açmak oldu. Bugün özellikle de ABD’nin Doğu yakasında nereye gitseniz, 1800’lü yılların başında açılmış yüzlerce üniversite bulursunuz. Toplam üniversite sayısı, tüm ülkede 5758 kadardır. Bunların içinde, Harvard Üniversitesi de vardır, İndiana’daki mısır tarlalarının ortasında olan Goshen Kolej de. Ve ikisinin arasında, binlerce irili ufaklı üniversite kasabaları, ABD haritasını süsler. Bu okulların büyük çoğunluğunda, dünyanın hemen her bölgesi üzerinde uzmanlaşmış “Merkez”ler bulunur. Özellikle de “Orta Doğu Çalışmaları Merkezleri”, en çok rastlanan ve meşhur olanlarındandır. Bunlar ABD’nin mahalli “Think Tankları” görevini görürler. Bazıları ise, çok daha yüksek seviyede uzmanlıkları ile, ABD dış politikasında söz sahibidirler. Orta Doğu, Çin, Hindiçin, Afrika, Latin Amerika, Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar Bölgesi, Orta Asya uzerinde uzmanlaşmış bu bölgeci “think tankların” gö-revi, gece gündüz, 7/24 bu bölgeleri inceleyip siyaset üretmektir. Bu üretim sürecinde, sonuca varmak üzere kullandıkları veriler nedir? Bir bakalım:

200 YILDIR TOPLANAN TÜRKİYE VERİLERİ

ABD 1800’lerin başında bu üniversiteleri her yerde açarken, dünyanın önemli bölgelerinde de misyoner okulları ve kiliseye bağlı kurumlar oluşturdu. 1914 yılında Osmanlı topraklarında 426 Amerikan okulu, 17 misyonerlik merkezi ve 9 Amerikan hastanesi bulunmaktaydı. İşte yukarıda bahsettiğimiz “think tanklar”, hem o günlerde biriktirilen raporlardan, hem de güncel verilerden oluşan çok zengin veri bankaları sayesinde, bizlerin bile bilemediği detaylara sahip oldular. Ve Türkiye tahlillerinde, tepe tepe bu verileri kullandıkları için de, ülkemizin sosyal ve kültürel yapısı konusunda, İstanbul’un dışına bile çıkmamış “Cihangir-Nişantaşı aydınlarının” hayretler içinde kaldığı isabetli tahliller yapıp, ona uygun siyasetler üretebilmişlerdir, son 70 yıldır.

Gelelim ABD think tankları ile olan bu eşitsiz ilişkideki Türk soluna ve Türk aydınına: 1970’lerde başlayan Türk aydın sınıfı ile olan ilişkimden dolayı, izninizle onları “saftirik Türk solu” diye adlandıracağım, haddim olarak. Çünkü işin ciddiyetini ve boyutunu görünce, gerçekten de bizim “sol” ve “sağ” cenahımızın saftiriklikleri, insanı hayret ettirecek kadar açık ve derindir. Neden mi? Gelin Türk Dil Kurumu’nun “saftirik” tanımına bakalım ve test edelim bunu Türk siyaseti üzerinde:

“Genellikle teklifsiz konuşmalarda ve arkadaşlar arasında kullanılan saftirik kelimesi, saf sözcüğünden türetilmiştir. Saf kelimesinin ilk anlamı halis ve berrak, ikinci anlamı kolayca kandırılan kimsedir. Saftirik de saf sözcüğünün ikinci anlamında kullanılır. Budala, bön, alık ve ebleh kelimeleri saftirik ile eş anlamlıdır. Söylenen her şeye kolayca inanan, bu nedenle kandırılması çok kolay olan kişilere saftirik denir. (…) Kendilerine anlatılan şeyler ne kadar mantıksız olursa olsun, hemen inanma eğilimi taşırlar.”

HALK KİTAP OKUMUYOR AMA SİZ OKUDUĞUNUZU ANLAYABİLİYOR MUSUNUZ?

Türk halkını sürekli olarak kitap okumamakla aşağılayan, cehaletle suçlayan bu “sol” kesim, okudukları kitaplardan hiçbir şey anlayamamanın ürününü her gün vermekteler gazete köşelerinde, ya da kahvehane masalarında. Yüz yıldır ABD’nin Osmanlıdan başlayıp Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki planlarını yazan binlerce kitap yok mu piyasada? Halil İnalcik, Tevfik Çavdar, Mustafa Akdağ, Sevcer Divitçioğlu, Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Server Tanilli, Orhan Kemal, Mehmet Ali Aybar, Hikmet Kıvılcımlı, Doğu Perinçek, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve binlerce diğer yazar ve siyasetçi, 70 senedir tam da bu emperyalizm konusunu yazmıyorlar mı? Bu “saftirik Sol”, Türk halkını kitap okumamakla ve cehaletle aşağılarken, kendileri ne okudular bu 70 senede diye, insan merak ediyor doğrusu. Eğer bunların Amerikancılığı saftirikliklerinden değilse, o zaman hainlik derecesinde bir aymazlıktandır. Ve bunun vebali, saftiriklikten çok daha pahalıdır.

Sonsöz: Vladimir İlyiç Lenin’in “Emperyalizm” kitabını yeniden, ama anlayarak okumalarını tavsiye edelim bu arkadaşlara. Korkmasınlar, 163 sayfası ile nisbeten küçük ama muazzam bir kitaptır. Ve Kadıköy kafelerindeki muhabbetlerden arttırdıkları zamanlarda kolayca okuyabilirler.