‘Anlayışınız için teşekkür ederiz’

Ülkücü hareketin beyazperdede temsili oldukça sınırlıdır; gösterdikleriyle değil ama hissettirdikleriyle “Gülün Bittiği Yer” (İsmail Güneş, 1999) ve “Kafes” (Mahmut Kaptan, 2015), “Ankara Yazı/Veda Mektubu” (Kemal Uzun, 2016) gibi az sayıdaki örnek, ülkücü karakterlerin 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki ruh hallerini anlatır.

Bu küçük kümenin karakteristik özelliği, ülkücülerin solculardan ve daha sonra devletten, “çok çekmiş” olduğunun vurgulanmasıdır. Örneğin “Kafes”, 1970’de Ankara’da ülkücü bir öğrencinin solcu militanlarca işkence edilip öldürülmesiyle başlar ve 12 Eylül’e giden süreci idealist bir ülkücünün gözünden aktarır.

Bu vatanı komünistlerden korumak ve kurtarmak için canlarını feda eden vatansever gençler, sonunda kendilerine reva görülen muameleyi hiç hak etmemişlerdir. Büyük bir yanlış anlama, vahim bir yanlış anlaşılma söz konusudur sanki.

ÜLKÜCÜ FİLMLER LİSTESİNE ÇENTİK

Burak Çevik’in Adana Altın Koza’da en iyi yönetmen seçildiği ve jüri özel ödülü kazandığı filmi “Hiçbir Şey Yerinde Değil” de bir yanlış anlamaya kurban gitmiş görünüyor.

Kastettiğim, 8 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi gencin ülkücüler/faşistlerce katledildiği geceyi anlatmaya soyunmak, liberal çevreden Tanıl Bora’yı danışman tutmak, Altın Koza’da yer almak vb. solcu-devrimci bir film yapmaya yetecekmiş gibi düşünenlerin yanlış anlaması, boş beklentisi.

Oysa Çevik, yazıp-yönettiği filmde, daha çok ülkücü filmler listesine bir çentik daha atmaya niyetlenmiş görünüyor.

Çıkardıkları dergiyle ilgili toplantı yapan, Maoculardan ve goşistlerden bahseden, silahlı mücadele-siyasi mücadeleyi tartışan, grevleri, işçi önderlerini anlatan, küçük bir pastayla içlerinden birinin doğum gününü kutlayan beş genç (içlerinden biri bakkala gitmek için evden ayrılarak kurtuluyor) bir tarafta duruyor ve filmin ilk yarısını oluşturuyor.

Diğer tarafta ise eve planlanmış bir baskın yapan, bir gün önce iki ülkücünün öldürülmesinin öfkesini ve intikam isteğini taşıyan, böylesi bir örgüt evinde hiç silah olmamasına şaşıran iki ülkücü-katil duruyor. Burak Çevik’in ağırlık verdiği, anlaşılmasını istediği, zaman zaman zehirli bir kavrama dönüştüğü haliyle seyircinin “empati” kurmasını istediği taraf da burası. Dua edelim ki Maraş, Çorum, Sivas katliamları da benzer filmlere konu olmasın.

ANLAMAK, HAK VERMENİN YARISIDIR

Adının ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikrimin olmadığı filmin bir sahnesinde, solcu gençlerden biri evdeki “goşist” (küçük burjuva maceracısı) dergiden bir yazı okurken, arkadaşı o derginin bu evde ne aradığını soruyor. Yanıt, “Ne düşündüklerini anlamak için…” oluyor. Buna verilen yanıt ise itirazı barındırıyor:

“Anlamak, hak vermenin yarısıdır.” Burak Çevik de ağızları bozuk, solcuların öldürdüğü ülkücülerin intikamını almak ve evin bulunduğu bölgeyi komünistlerden temizlemek isteyen, durmadan Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık” doktrininden bahseden öfkeli iki ülkücü katilin ruh halini yansıtırken onları anlamaya çalışıyor ve “yarı yarıya” hak vermiş oluyor.

Hiç görmediğimiz, dışarıda arabanın içinde bekleyen Reis’in (gerçekte Abdullah Çatlı) emirlerine göre hareket eden, birinin kafası iyice karışık katiller de bu apolitik tavrın sonucunda ister istemez birer kuklaya-kurbana dönüşüyor. Bahçelievler katliamı, net biçimde Abdullah Çatlı tarafından planlanan bir kontgerilla-gladyo operasyonuydu ama inanması güç olsa da filmde buna dair tek vurgu yok.

Bahçelievler katliamı gibi yakın tarihe damgasını vuran bir olayı, kurgusal değişikliklerle de olsa filme aktarıyorsanız, en azından aramızda dolaşan katillerden “İdi Amin” lakaplı Haluk Kırcı’yı biraz olsun rahatsız etmeniz gerekir. Kırcı bu filmi seyreder mi bilmem ama rahatsız olacağını hiç sanmam. “Gösterdiğiniz anlayış için teşekkür ederiz” diyecektir.