Antiemperyalizm ve siyasal tutarlılık

Geçenlerde TV’de rastladım. CHP adına konuşan birisi, Türkiye’nin son yıllarda batı sistemi ile arasında artan çelişmeleri ve bunun sonucu olarak hükümetin bağımsızlıkçı reflekslerine karşı –sağolsun- bizi uyarıyordu. AK Parti’nin antiemperyalist bir parti olmadığını, S-400 savunma sistemi kurmaktan Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığımızı savunmaya kadar batı sistemi ile karşı karşıya geldiğimiz durumların antiemperyalizme yorulmaması gerektiğini anlatıyordu. Konuşmasının eleştirel tonundan anladığıma göre, söylemek istediği, “aslında hiçbirimiz antiemperyalist falan değiliz, sakın ola böyle bir şerefi durup dururken AK Parti’ye tevdi etmeyin” türünden bir şey değildi. Aksine hükümetin tutarsız, kendini kurtarma maksatlı ve yüzeysel davranışlar içinde olduğunu söyleyerek, kendisi sanki tutarlı bir antiemperyalist konumdan eleştiriyormuş taklidi yapıyordu.

Hâlbuki böyle bir eleştiriyi yaptığınızda ciddiye alınabilmeniz için, iktidara geldiğinde tam bağımsızlıkçı bir rejimin ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel ayaklarını nasıl inşa edeceğini ortaya koymanız gerekir. Programınızda emperyalist sistemin NATO, AB gibi kurumlarıyla ilişkilerinizi nasıl daha da geliştireceğinizi değil, onlara nasıl mesafe koyacağınızı ve ülkeniz üzerindeki denetim kapasitelerini nasıl yok edeceğinizi açıklamanız beklenir. Emperyalist ülkelerden borç dilenmeyeceğinize göre, gelişmekte olan bir ülkenin en büyük açmazı olan sermaye yetersizliğini, nasıl planlı karma ekonomi modeli ile karşılayacağınızı (böyle yapmayacaksanız nasıl bir mucize önerdiğinizi) ortaya koymanız gerekir. Geçmiş on yıllarda bütün sahalarda sizi sarıp sarmalamış olan emperyalist bağları çözmeye başlamanız karşısında uğrayacağınız baskıları nasıl bir uluslararası ilişkiler ve ittifaklar sistemi içinde göğüslemeyi planladığınızı söylemeniz gerekir.

Doğal olarak bunlar o parti sözcüsünün aklına bile gelmedi, gelemezdi. Çünkü emperyalist bağımlılık sürecinin düşünce hayatı üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden bir tanesi kavramların içini boşaltmak, onları dışarıdan hayatiyet taşıyormuş gibi görünen kabuklara çevirmektir. Bu tuzağa bir kez düşünce, CHP’nin “Atatürk’ün partisi” olduğuna; İyi Parti’nin “milliyetçi” olduğuna; “milliyetçilik ile uluslararası piyasalarla bütünleşme niyetinin” bir arada yaşayabileceğine ya da her şeyin değiştiğine ama bazı şeyler hiç değişmiyormuş gibi siyaset yapabileceğinize inanmaya başlıyorsunuz.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Türkiye’yi yönetenler, batı uluslararası ilişkiler sistemi içinde yer almaya yöneldiler. Emperyalist karakter taşıyan bir uluslararası ilişkiler sistemi içinde yer almak, siz sistemde örgütlenirken, sistemin de sizin içinizde örgütlenmesi anlamına geliyordu. Örneğin NATO’ya girdiğimizden bu yana ülkemizin tam bağımsızlığını savunan partilerin baskılanması, devrimci aydınların katledilmesi ve hiçbirinin katillerinin bulunamaması, NATO’nun üye ülkelere gladyo örgütü yerleştirmesinin sonucuydu. Ama siyasetçilerin, aydınların ve toplumun bunu yakıcı biçimde hissetmemesi, tutarlı bir antiemperyalist program arayışına girmemesi için, hem sistemin içinde kalıp hem bağımsızlıktan yanaymış gibi yapmayı sürdüreceğiniz bir çifte siyasal ahlak geliştirildi. Kendisini antiemperyalizme yakın gören partiler ve aydınlar, tutarlılık kaygısından kopartıldılar. Ülke Atatürk’ün stratejik hedeflerinden kopartılırken, bu aykırılığı mesele etmeyen hatta bunu Kemalizm’in doğal evriminin mantıksal sonucuymuş gibi algılayan bir yüzeysel siyasetçi ve aydın hem sağda hem solda hâkim oldu.

Bugün geldiğimiz noktada sistem ile Türkiye’nin çıkarları arasında çakışma varmış gibi yapma yalanlarının işe yarar olduğu yılları arkamızda bıraktık. Batı sisteminin koruyucu kanatları altında milliyetçilik, solculuk vb. oynamanın mümkün olduğu, devrimci fikirlerin kenarlara sürülüp oyun bahçesinin temiz tutulduğu güzel günler geride kaldı. Bugün Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin sonuç değişmeyecek.

Çünkü başında ABD’nin bulunduğu uluslararası ilişkiler sistemi, Çin merkezli Asya’nın meydan okuması ile karşı karşıya. Bu nesnel bir durum ve Türkiye’deki herhangi bir hükümetin bunu değiştirme şansı yok. Batı sistemi, meydan okumayı cevaplayabilmek için Türkiye’ye yeni roller dayatıyor ve bu rolleri oynaması halinde Türkiye’nin bağımsızlığını ne de bütünlüğünü koruma şansı var. Bu nesnel bir durum. Yani ülkeyi kimin yönettiğinden bağımsız olarak, batı sistemi Türkiye’ye aynı taleplerle gelmek zorunda. Bugün bir hükümetin batıcılığı Türkiye üzerindeki baskıları azaltmaz; olsa olsa bu taleplerin yaratacağı milli tahribatı arttırır.

Antiemperyalizmde tutarlılık ihtiyacı bu nedenle şimdilerde Türk siyasetinin gündemine giderek artan bir etkiyle gelmeye başladı. Vatan Partisi’nin siyasal hayatımızdaki “hizalayıcı” rolü ise bu konudaki tutarlılığı ile yakından ilişkili.