Arap Dünyası'nda 'iç dinamikler' mi yoksa 'dış güçler' mi? - 1

Irak, Lübnan ve Cezayir’de haftalardır süren kitlesel eylemlerle ilgili olarak iki farklı görüş ön plana çıkıyor:
1. Eylemlerin arkasında “dış güçler” var.
2. Ekonomik kriz ve hükümet katındaki yolsuzluklara karşı vatandaşlar tepkilerini gösteriyorlar. Hükümet, dış güçlerin desteği iddialarını eylemleri zayıflatmak için kullanıyor.

Kabaca aktardığımız iki görüşünde haklı ve haksız olduğu noktalar var.
“İç Dinamikler” ve “Dış Güçler” tartışmasına başlamadan önce, “Arap Dünyası” konusunda bir noktanın altını çizmekte yarar var: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da konumlanan Arap ülkelerinin, tarihsel gelişimleri ve sosyoekonomik farklılıklarından dolayı tekil bir “Arap Dünyası”ndan bahsetmek mümkün değil.
Fakat Arap ülkeleri arasında dil ve din üzerinden bir etkileşim olduğunu da yadsımayalım.
MİLLETLEŞME SORUNU

Genellemecilik ve indirgemecilik tuzağına düşmeden, eylemlerin sürdüğü ülkelerde yapısal sorunlar olduğunu söyleyelim.
Nedir bu yapısal sorunlar?
Lübnan ve Irak anayasaları işgalci kuvvetlerin yönlendirmeleriyle kaleme alınmış, bu ülkelerdeki etnik ve mezhepsel farklılıkları ön plana çıkartan ve kurumsallaştıran maddelerden oluşuyor.
İki ülkede de yasama ve yürütme kurumlarının başları, etnik ve/veya mezhepsel aidiyetlerine göre seçiliyor. Dolayısıyla bizzat devlet eliyle, ülkelerin sınırları içinde yaşayan farklı grupların bir millet haline gelmesinin önüne set çekilmiş durumda.
Cezayir’de ise Fransız tipi ulus devlet ilkeleri hakim olsa da, laiklik noktasında yaşanan tereddütler nedeniyle milletleşme süreci yarım kalmış durumda. Ayrıca Kabil Bölgesi’nde yaşayan “Berberi”lerin entegrasyonuyla ilgili sorunlar sürüyor.
Milletleşme sürecinin tamamlanmamış olması üç ülkede de yapısal bir sorun oluşturuyor.
Eylemler incelendiğinde, özellikle Lübnan’da etnik/mezhepsel bölünmeye karşı millet vurgusunun ön plana çıkmasının altında yatan gerçeklerden biri de bu durum.
ŞOK DOKTRİNİ’NDEN UYANIŞ
Yapısal sorunların bir diğer tarafında ise ekonomik düzensizlikler yer alıyor. Bu konuda, Amerikan emperyalizminin dünyaya zerk ettiği “Şok Doktrini”ni hatırlamakta yarar var.
Milton Friedman’ın öncülüğünü yaptığı Şikago Okulu’nun, özetle, devletin ekonomiye müdahalesini sınırlandıran, özelleştirmelerin kapısını açan neoliberal ekonomik programı, Reagen/Thatcher eliyle 80’li yıllarda uygulamaya sokuldu.
“Şok Doktrini” olarak adlandırılan ve uluslararası sermayenin, devletler ve halklar üzerinde egemenliğini içeren bu programı reddeden liderler, siyasi gruplar ve devletlere emperyalizmin orduları askeri operasyonlar düzenlediler.
Şili’de Sosyalist Allende’nin devrilmesi, Türkiye’de 12 Eylül darbesi ve son olarak Yugoslavya’nın parçalanması bu doktrinin akla gelen ilk parçaları.
Bugün ekonomi temelli eylemlerin yaşandığı Irak’ta, ABD işgali sonrası “Şok Doktrini”ne maruz bırakıldı. Dünya Bankası’nın verilerine göre, Irak nüfusunun yüzde 25’i açlık sınırında yaşarken, 40 milyona yakın Iraklı günde 6 dolarla geçiniyor. Federal yapıya sahip Irak’ta, petrol gelirinin dağıtımında da etnik ve mezhepsel faktörler rol oynuyor.
Keza Lübnan’da yaşanan ve devlet kurumlarını yok eden iç savaş ve işgallerin altında da Friedman’ın doktrini yatıyor. Bugün ülke nüfusunun dörtte biri açlık sınırında yaşıyor.

İki ülkede de bu süreçte devlet kuvvet kaybederken, ekonomik zenginliği elinde tutan, uluslararası sermayeyle işbirliği yapan dar gruplar türedi. Bu grupların maskesi ise etnik veya mezhepsel aidiyet oldu.
Cezayir ise bu süreci, emperyalizm eliyle kışkırtılan kanlı bir iç savaş(1990-2000) yaşasa da Fransızlara karşı mücadele etmiş olan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin tecrübesiyle birliğini koruyarak atlattı.
Fakat 1962 yılındaki bağımsızlıktan bu yana dar bir kliğin egemen olduğu ülkede, yolsuzluk ve çürümüşlük baş gösterdi.
EMPERYALİZMİN ROLÜ

Irak, Lübnan ve Cezayir’deki gösterilerde öne çıkan ekonomik kriz ve yolsuzluk vurgusu, ancak bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Özetle, üç ülkede de var olan sosyoekonomik alanlardaki yapısal sorunlar, toplumsal eşitsizlik ve bölünmeye yol açtı.
Söz konusu ülkelerde uluslararası finans-kapitalle entegre, doğal zenginliklerin üzerine adeta çöreklenmiş işbirlikçi kesimlerin iktidar üzerinde etkisi kuvvetlidir.
Eylemlerin çıkış noktası bu gruplara ve adaletsizliğe tepkidir.
Bu sorunların tarihsel nedenlerine indiğimizde, işgal ve ekonomik yaptırım silahlarını kullanan, Lenin’in “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımladığı emperyalizmle karşılaşıyoruz.
Fakat bugün emperyalizmin ülkelerin iç işlerine müdahalesine zemin hazırlayan, yönetenlerin yönetmeyi becerememesi, Batı merkezli kapitalizme alternatif bir üretim ve zenginliği paylaştırma mekanizması yaratamamasıdır.
Sorunları sadece “dış güçlere” indirgemek, yönetenlerin hatalarını es geçmemize neden olacaktır.

Yarın yayımlanacak yazımızda, Irak, Lübnan ve Cezayir’de iç dinamiklerden kaynaklı sosyal dalgalanmayı, “dış güçler”in nasıl ve hangi amaçla yönlendirmeye çalıştığını inceleyeceğiz.

YARIN DEVAM EDECEK...