Arılar oğul verdiğinde...

İkilemler hayatımızı çevreleyen doğa yasasıdır. Günden geceye taşıdıklarımızın, zamana ve belleğe ait biriktirdiklerimizin her ışıltısında bunlara döneriz. Varlık ve hiçlik, yaşam ve ölüm gibidir orada her şey.

Zaman zaman, doğada olup da doğal olmayan ne var diye sorarım kendime... Kendi özünden var olup da bizi sarmalamayan ya da bizde yeni bir tını yaratmayan... Yaşama uyanış dediğimiz şeyin tözü sanki oradadır. Bakarak, görerek, hissederek yol alırken karşımıza çıkan her şey bizi bu anlamda etkiler, bununla da kalmaz dönüştürür.

Doğadaki doğallığı en iyi anlatanın arılar olduğundan söz ederdi babam. Onların kovanlarında ördükleri balmumu gözenekleri, getirip içlerine taşıdıkları o akkorun üzerini bir de mühürlemeleri yok muydu... Şaşarak bakar, gene şaşkınca sorular sorardım; "nedir bu? O tül gibi örüntüyü nasıl becerir arılar?" diyerek...

Arı gibi durmaz bir yerde... Arı gibi çalışkan... Arı gibi hünerli... sözlerine aşinaydım. Bahçemizdeki arı kovanları yaz bahar mevsimlerimizin gözlem alanıydı sanki bize, biz çocuklara...

Özellikle de arı oğul verdiğinde yaşadığımız telaş, sevinç bizi bendimizden ayırır, koparırdı. Babamın arıcılık üzerine bütün öğretilerini neredeyse harfi harfine yerine getirmek için o çocuk aklımızla işe soyunurduk. İlk iş, oğulun kovandan çıkacağını sezinlemek olurdu. Çünkü, öncesinden bunu tespit etmiş, bize dikkatli olun uyarısında bulunmuştu babam. Ardından bir illüzyon gibi, biz farkında olmadan, bir arı kümesinin uğultusuna bahçeye üşüşürdük... Gökyüzünde bir kara topak döngülenir, tutunacak bir yer, kendi doluluğuna iyi gelecek bir boşluk arardı. Ve işte o zaman iş bize düşerdi ...

Hazırladığımız taşları alarak iki elimizin desteğiyle birbirine vurup sesler çıkararak oğulun bir araya toplanması, kümeleşerek yakın bir ağaca tünemesine ön olurduk. O sesler ne kadar yeğinse, o uğultuyu bir arada tutmak, sesle toplaşmalarını hatta orada bir süre tutunup kalmalarını sağlamak mümkün olurdu.

Ne zaman ki babam yetişip yedek kovana onları taşıma adımı atardı, bizim meraklı taş oyunumuz, bu kez heyecanlı bir seyre dönüşürdü. Çünkü kraliçe arıyı kaçırmamak gerekliydi ve onu görebilmek en büyük düşümüzdü. O küme, onun etrafında kenetlenmiş, onu koruduğu gibi, adeta onunla gövdesel hareket etmeyi bir görev bilircesine yeniden doğuşun mekânına tutunmaya hazırlanırlardı. Tüm dikkatimize rağmen onu görmek mümkün olmazdı. Belki de bu da bir illüzyondu, yoktu öyle bir şey derdim.

Eğer o taş oyunumuz olmasa, kovandan çıkan oğula sahip olmasak, onların kaçıp giderek başka bir yerde tutunup bal yaparak ömürlerini sürdüreceklerini bilirdik.

Böyle hikâyeler çok anlatılırdı yöremizde. Öyle gözle görünür yerlere tünemezdi arılar. En sarp yerlerde tutunur bal yaparlardı. Öyle ki dinlediğimiz ayı hikâyelerinde ayıların ne yaman bir bal tutkunu olmalarının ötesinde, ne çok şeyi göze alıp o sarp yerlere tırmanıp petek petek balları çekip oralardan aldıklarını öğrenirdik.

Doğrusu arıların her bir öyküsünde insana dair ne çok şey var aslında. Bir arıevini/kovanı gözlediğinizde, bunun içindeki sırlı dünyanın gözlemcisi kesildiğinizde; kendinize dair ipuçları bulmak şaşırtıcı, öğretici, bir o kadar da düşündürücü.

Arıcılık babam için bir fanteziydi, biz çocuklar içinse oyun/eğlence, ama Bünyamin amcam tam bir arı aklıyla yapardı bu işi. Biz bahçede, o ise kırda bayırda gezgini olurdu arılarının. Babam ondan el almıştı, o da ihtimal ailenin geleneğini taşıyıcı kılan bir figürdü büyük olarak. Ama bu tutku/uğraş bize ancak bir metafor olarak yansıdı.

"Babam, Bahçe ve Sokaklar" ı yazarken gördüm ki; onsuzluk biraz da arısızlıktı, arı kovanlarından ayrı düşmekti, arı gibi yaşamanın sırrını/büyüsünü yitirmekti.

Beni günlerdir tutan bu yaşama uğuntusunun taşıdığı kederi şimdi daha iyi anlıyorum sevgili okurum, babamı üç yıl önce bugün yitirmiştim.