Arkeoloji ve cehalet
Osmanlının son döneminden beri arkeoloji ile olan ilişkimiz ne yazık ki pek olumlu değildir. Olumlu olmamasının tek nedeni ise; arkeolojinin ne olduğuna ilişkin bilgilerin kısıtlı olmasından daha çok, onun gün yüzüne çıkardığı eserlerden kuşku –hatta korku- duyulmasıdır. İnsanoğlu bilmediği, anlamadığı ya da anlamak istemediği her bir şeyden hem kaçar, hem de korku duyar…
Arkeoloji, istenilen ya da arzu edileni değil de, aksine, var olup da bilinmeyen ya da az bilinen yaşanmışlıkların, medeniyetlerin izlerini sürüp onları gün ışığına çıkarır… Arkeoloji ve de prehistorya, bir bakıma, resmi tarihin ıskaladıkları ve de yok saydıklarının sağlamasıdır.
Belki de tüm dünyada, arkeolojik zenginliklere sahip akla gelen ilk üç ülkeden biriyiz… Küçük Asya denen bu kadim coğrafyada, hangi medeniyetlerin gelip geçtiğini saymak bile, geçmeyenlerden daha zor ve de uzundur…
Ahmet Arif’in yazdığı gibi; Beşikler vermişim Nuh’a / Salıncaklar hamaklar / Havva Anan dünkü çocuk sayılır / Anadolu’yum ben/Tanıyor musun?
Diğer bur sorun da arkeolojiyi tanıyıp tanımamakla ilişkilidir… Bu tanınır olmamak Osmanlı’nın son yıllarında denk gelen arkeolojinin ortaya çıkışıyla başlar… Hayret verici bir yaşam öyküsüne sahip Almanyalı bir papazın oğlu Heinrich Schliemann’ın çocukluk yıllarında babasının armağan ettiği İlyada’nın peşine tıkılıp bu coğrafyaya gelerek Troia’yı bulması bir rastlantı, bir macera ise hiç değildir. Aksine; bilinçli bir tercih ve de vazgeçilmez tutkudur…
Schliemann’ın babası bir din adamıydı… Ve oğluna armağan ettiği kitap ise Anadolulu ozan Homeros’un İlyada’sı… Yani Avrupa’nın bir çok ülkesinde İncil’den sonra en çok okunan kitabı…
Çok iyi Yunanca bilen Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra Troia’ya gitmesi de bir rastlantı değildi… Çünkü o da, papazın oğlu Schliemann’dan yıllar, hem de yüz yıllar önce Homeros’un İlyada’sını okumuş, hatta ezberlemişti… Troia’ya gitme nedeni ise, Troia kralı Priamos’un büyük oğlu Hektor’un yarım kalan hesabını ödetmekti.
Ama son padişahlar ne var ki ataları Fatih Sultan Mehmet kadar hükmettikleri coğrafyanın değerini tam olarak okuyamadılar. Çeşitli bahanelerle Anadolu’nun tarihi zenginliklerini yağmalamaya gelenlere “Alt tarafı taş ve de toprak…Bırakın götürsünler…” diyerek göz yumdular. Avrupa’nın bir çok müzesinin salonlarını bu topraklardan götürülmüş eserlerin doldurması bu yüzdendir…
Çok değil, bir on, bilediniz bir on beş yıl önce de bir bakanımız çıkıp “Bize Selçuklu ve Osmanlı eserleri yeter, gerisi ne olursa olsun” gibisinden anlaşılmaz ve de bağışlanmaz bir söz söylemişti… Sonrası malum… Eski eser kaçakçıları bayram etti…
Bu coğrafyada ne yazık ki arkeolojinin kötü yazgısı hiç değişmiyor... Hep aynı... Fatih’in bilgisi, Osman Hamdi’nin direnmesi olsa da hala benzer zihniyet -ya da zihniyetlerle- devam edip gidiyor…
Bugün bile birileri çıkıp “Müslüman Anadolu kıtasının altının oyulduğunu” ve de arkeolojinin “en ürpertici bir silah” hem de “öldürücü bir silah” olduğunu söylüyor….
“Cehalet”ten daha öldürücü bir silah ne olabilir ki?
Deve kuşu gibi başınızı kuma soksanız bile arkeolojinin sunduğu gerçeklerden kaçamazsınız… Aksine burun buruna gelirsiniz…
Kısacası kimileri için cehaletten ve de arkeolojiden kaçış yok…
Çünkü ikisi de gerçektir… Tek farkları ise arkeolojinin aydınlattığı, cehaletin ise kararttığıdır.
Tercih sizin…
Unutmayın, arkeoloji öldürmez, yaşatır…