Arkeolojik ve mitolojik Hollywood: ‘Babil’
Bugün 100 yıl kadar önceye gidip sinemanın sessiz dönem filmlerini seyrettiğimizde, nedendir bilinmez içimize bir hüzün ve masumiyet duygusu sızar. Sinema sanatının “ataları” diyebileceğimiz o ilk yaratıcılar, kadın ve erkek oyuncular, çocuksu bir enerjiyle, olağanüstü adanmışlık dolu bir çabayla çıkar gibidirler karşımıza. Yalnızca o gün ile bugün arasındaki teknolojik farktan kaynaklanmaz bu duygu; sanat aynı sanattır, sektör hemen hemen aynı sektördür ama sepya renkli bir “o güzel geçmiş zamanlar” algısı süzülür perdeye ya da ekrana.
“Whiplash” (2014), “Âşıklar Şehri” (2016) gibi akılda kalıcı filmleriyle büyük sükse yapan Damien Chazelle, sinemalarımızda geçen hafta gösterime giren son filmi “Babil” (Babylon) ile her şeyden önce yukarıda özetlemeye çalıştığım bu duyguyu kırıyor, “Hollywood hep aynı Hollywood’du” demeye getiriyor. Marilyn Monroe, “Öpücüğünüze 10 bin dolar, ruhunuza 10 cent ödenen yer” diye tanımlamıştı Hollywood’u. Bir tür arkeolojik kazı yapmış Chazelle. Orjiye dönüşen çılgın partileriyle, iç içe giren setleriyle, son dakikada yetişen kameralarıyla, bir günde yıldızlaşan oyuncularıyla, şımarık ve kibirli yapımcılarıyla, gazetecileriyle, emek sömürüsüyle, yeraltı dünyasıyla dev bir sektörün röntgeni çekilmiş “Babil”de.
HOLLYWOOD ARKASINA BAKMAZ!
“Sunset Bulvarı”, “Bir Yıldız Doğuyor”, “Barton Fink”, “Mulholland Çıkmazı”, “Artist” gibi Hollywood’un bir zamanlarını anlatan görkemli filmlerin yanına rahatça yerleşen ama onlardan çok daha uzun süreye sahip (tam 190 dakika) “Babil”, temelde üç ana karakter üzerinden ilerliyor.
1926’da açılan, sessiz dönemden sesliye geçiş ve sonrasına yoğunlaşan filmde ilk olarak Meksika kökenli, maymuncuk gibi her kapıyı açan, her işi çözen set emekçisi Manny Torres’i (Diego Calva) tanıyoruz. Genç adam önce düzenlenen çılgın parti için bir filin küçük bir kamyonla tepedeki malikâneye taşınması işini hallediyor. Sonra da kendisini gösterip kaderini değiştirmek ve yıldızlığa doğru yükselmek isteyen, “Yıldız olunmaz, ya yıldızsındır ya değilsindir. Ben yıldızım!” diyen taşralı Nellie LaRoy’un (Margot Robbie) davetli olmadığı partiye katılmasına yardımcı oluyor. Bu yardım, pek çok şeyin başlangıcı anlamına da geliyor. Üçüncü sırada ise Hollywood’a doğru “Yeni hayaller kurmalıyız, ilham vermeliyiz, bugünü yarına çevirmeliyiz” diye nutuk atan, ilişki üstüne ilişki yaşamış, alkolsever deneyimli yıldız oyuncu Jack Conrad (Brad Pitt) var. İlk denemesinde, istendiğinde bir, istendiğinde iki damla gözyaşı dökebilen, bunu nasıl başardığı, tekrar tekrar nasıl böyle iyi ağlayabildiği sorulduğundaysa “Evimi düşünüyorum!” diyen Nellie’nin yıldızı gittikçe parlarken, Jack’inki giderek sönecek, Hollywood ise dönüp arkasına bile bakmayacaktır.
HOLLYWOOD YA DA SODOME
Başlı başına ayrı bir kitap konusu olabilecek, Hollywood’daki ilk Çin kökenli kadın yıldız Fay Zhou başta olmak üzere pek çok gerçek kişilik ile hayali karakterleri başarıyla harmanlayan, Hollywood mitolojisine yeni mitolojiler ekleyen, ayakta kalanlar ile yere düşenlerin ve aklını kaybedenlerin gerçeklerini birleştiren, kuyrukluyıldız gibi bir film çekmiş Damien Chazelle. Doğrusu, pek çok eleştirmen filmin uzun süresinden biraz yakınıp bir tür dengesizlikten söz etse de kendi adıma filmi çok sevdiğimi, hiç bitmesin dediğimi belirtmek isterim. Kesinlikle Hollywood’un o eski güzel, zorlu, kirli, paslı, tozlu ve gerçek mi gerçek yıllarını anlatan en iyi filmlerden biri “Babil”.
Hollywood ya da Sodome… Hollywood, arkeolojik ve mitolojik açıdan çok az filmde bu denli güzel anlatılabilmişti.