Artık ABD hapşırdığında dünya hastalanmıyor

‘ABD hapşırdığında, dünya ekonomisi hastalanır’. Bu klişe neoliberal ekonomi teorisinde ‘değişmez bir gerçek’ gibi öğretilen ekonomi derslerinde ve finans sektörü eğitimlerinde sık sık kullanılır. OMFIF (Resmi Parasal ve Finansal Kurumlar Forumu) isimli ‘düşünce kuruluşu’ geçen hafta söz konusu klişenin günümüzde geçerliliğini tartışan bir makale yayınladı. Makalenin yazarı olan Mark Sobel, OMFIF’in ABD Masası sorumlusu, CSIS isimli ‘düşünce kuruluşu’nun danışmanı, ABD ekonomi bürokrasisinde ve IMF’de uzun yıllar görev yapmış emekli bir bürokrattır.

GELİŞEN ÜLKELERDE PARADİGMA DEĞİŞİKLİĞİ VAR

Fed başta olmak üzere gelişmiş ülke merkez bankalarının faiz artırım ve parasal sıkılaşma politikalarına başlandığı bir süreçteyiz. Böyle dönemlerde gelişen ve yoksul ülkeler borç krizi riski ile karşı karşıya kalırlar. Son aylarda IMF gibi kurumlar ile büyük Batı bankalarının yayınladığı raporlar bu risklere işaret ediyor. Yükselen faizler ve bundan ötürü değeri artan ABD doları esasen daha yüksek borçlanma maliyeti anlamına geliyor. ABD ekonomisinin yavaşlamasının önemli bir etkisi, ABD’ye ihracat yapan gelişen ve yoksul ülkelerin pazarlarının daralması ile sonuçlanmasıdır. Makale yazarı tüm bu gerçekleri vurgularken bir paradigma değişikliğine işaret ediyor. Artık gelişen ve yoksul ülkelerin ekonomilerinde eskisi gibi bozulmalar olmayacağını ve artık ABD’nin para politikalarıyla doğrudan, paralel bir ilişkisinin bulunmadığını belirtiyor. Yazara göre gelişen ve yoksul ülkelerin ekonomileri artık daha farklı bir rotadadır.

ÇİN VE ASYA ÜLKELERİ DENGELERİ DEĞİŞTİRDİ

Yazar ilk olarak, 2013’ten sonra küresel şokların farklı bir karakter taşıdığını belirtiyor ve küresel ekonomide ABD’nin ağırlığının azaldığını belirtiyor. Ayrıca son 10 yılda Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığını büyük oranda artırmış olduğuna dikkat çekiyor. Çin’in liderliğinde Asya ekonomilerinin dünya ekonomisindeki ağırlığının artmasının, dengeleri değiştirdiğini ifade ediyor. Hatta Çin ekonomisinde yaşanması muhtemel bir yavaşlamada, gelişen ve yoksul ülkelerin daha ciddi sorunlar yaşayabileceğini belirtiyor. Diğer bir örnek olarak ise Rusya’nın Ukrayna Operasyonunun dünya gıda fiyatlarının değişimindeki etkisini örnek veriyor. Rusya’nın en ağır ambargo koşullarına dayanarak ayakta kalması hatta ekonomisinin güçlenmesi, paradigma değişikliğinin başka bir göstergesidir.

YOKSUL ÜLKELER ESKİSİ KADAR BAĞIMLI DEĞİL

Yazar ikinci olarak gelişen ülkelerle yoksul ülkeler arasında net bir ayrım yapılmasını öneriyor. Gelişen ülkeler uluslararası finansal piyasalara ve Batı’ya daha çok entegre olduğu için borçlanma konusunda yoksul ülkelere göre daha avantajlıdır. Dolayısıyla yoksul ülkelerin Batı finansal sisteminden borç almakta zorlanmaları, söz konusu ülkeleri yüksek borç riski altında tutuyor. Öte yandan aynı ülkeler, yüzde 60’ı aşan kamu borçlarından dolayı yüksek risk sınıfında değerlendiriliyor. Fakat bu değerlendirmenin ne kadar sağlıklı olduğu tartışma konusudur. Çünkü artık yoksul ülke borçlarının en az üçte biri Çin’e; kalan kısmının önemli bir bölümü ise ‘geleneksel olmayan alacaklılardan’ sağlanmış durumdadır. Yani yoksul ülke borçları bundan 15-20 yıl önce olduğu gibi sadece Batı ülkelerine dayanmıyor. Yazarın, bu konuya değinmekle birlikte, Çin’in sağladığı kredilerin bir kısmını silmesi, Çin’in Batı ülkelerinin yaptığının aksine siyasi, ekonomik ön şartlar koymadan kredi sağlaması ve kredilerin ağırlıklı olarak altyapı yatırımlarına dönük olduğu gerçeğini vurgulamadığı görülüyor.

GELİŞEN ÜLKELER KRİZLERE KARŞI ARTIK DAHA DAYANIKLI

Yazarın işaret ettiği üçüncü önemli nokta ise artık ‘gelişen ülke’ sınıflamasının kendi içinde önemli farklılıklar taşıdığı gerçeğidir. Geçmişte ‘Kırılgan Beşli’ olarak anılan Endonezya, Tayland, Meksika, Brezilya ve Güney Afrika, geçmişe oranla krizlere karşı daha dayanıklıdır. Söz konusu ülkeler bir yandan döviz rezervlerini ve rezervlerin çeşitliliğini artırırken borçlanma stratejilerini daha olumlu yönde değiştirdiler. Dış borçlanma ihtiyacını azaltıp kendi para birimleriyle borçlanmaya ağırlık verdiler. Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi önemli gelişen ülkeler, neredeyse tamamen kendi para birimleriyle borçlanıyorlar. IMF verilerine göre söz konusu ülkeler cari açıklarını eskisine göre daha düşük seviyede tutuyorlar.

BATI’NIN MÜDAHİL OLDUĞU ÜLKELER KIRILGAN

Öte yandan Sri Lanka, Pakistan gibi ülkeler daha kırılgan bir yapıya sahipler. Makale yazarı bu ülkelerde Batı’nın yaptığı müdahalelere ve ekonomiye etkilerine değinmemiş. Fakat kategorik olarak gelişen ülkelerle aralarında bir ayrım olduğu doğrudur. Türkiye’yi ‘kırılgan ülkeler’ kategorisinde değerlendiren yazar aslında Türkiye’nin ‘krizlere karşı dayanıklı ülkeler’den biri olduğu gerçeğini, üretim gücünü ve son yıllarda cari açığı kapatmada gösterdiği başarıyı es geçmiş.

BATI, GELİŞEN ÜLKELERDE AĞIRLIĞINI KAYBEDİYOR

Makale yazarı sonuç paragrafında borç krizi riskinin büyüdüğünü ancak yukarıda anlatılan nedenlerden ötürü ön almanın daha mümkün göründüğünü ifade ediyor. Yani ABD’nin veya diğer Batı ülkelerinin yaşayacağı muhtemel sorunlar, gelişen ve yoksul ülkelere eskisi kadar etki etmiyor. Bu ifade aslında Batı ekonomilerinin dünya ekonomisindeki ağrılığının ve kontrolünün azaldığının açık bir ifadesidir. Unutmayalım ki söz konusu ifadeler, Batı’nın önemli ekonomistlerinden ve bürokratlarından birine aittir.

MANDACILARIN ‘AT GÖZLÜĞÜ’

Sonuç olarak ülkemizde mandacı ekonomistler Türk ekonomisine 20-25 yıl öncesine göre ayarlanmış ‘at gözlüğü’ ile bakmaya devam ettikleri için dünya ekonomisindeki önemli değişimi ve kırılmaları görmemekte, bildik ezberleri tekrarlamakta ısrarcı olmaktadırlar. Bu rapor son birkaç yıldır Batı’nın önemli kurumlarının benzer raporları ile uyumlu olarak, artık tek kutuplu dünyanın sona erdiği ve çok kutuplu dünyanın kurulduğunu, dünya ekonomisinin buna göre şekillendiğini tespit ediyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomi politikalarını bu yönde geliştirmesi ve konumlandırması büyük önem arz ediyor.