Artık kendi vicdanlarımızın mahkumuyuz
Gazze’de çocuklar merakla gökyüzüne bakıyor. Yukarıda, kuş sürüsü gibi bir şeyler süzülüyor. Bunlar kuş değil, ölüm habercisi kağıtlar. İsrail ordusu, uçaklardan Arapça yazılmış bildiriler atıyor. Kağıtlarda “Ölmek istemiyorsanız bir saat içinde bu bölgeyi boşaltın, her yeri bombalayacağız.” yazıyor.
Çocuklar, henüz okul çağında olmadıkları için o kağıtlarda ne yazdığını okuyamıyor. Ama hepsi ölümün ne demek olduğunu iyi biliyor.
Bizler çocuklarımıza anaokulu müsamerelerinde bile ölümü göstermezken, bizler yavrularımızı -bırakın ölümü- ölüm düşüncesinden bile sakınırken…
Gazze’nin daha yeni yürümeye başlamış bebekleri, geceleri ölümle uyuyup sabahları ölümle uyanıyor.
Gazzeli anneler, babalar bizlerin dert ettiği şeylerin pek çoğundan habersizler. Çünkü onların gerçek ve kesin bir derdi var: “Ne yapsak da çocuk yarın ölmese? Ne yapsak da yavrumuzu koruyabilsek? Ne yapsak da fazladan bir gün daha onu sağ salim görebilsek? Ne yapsak da yavrumuzun parçalamış, buz kesmiş bedenine sarılıp ağlamak zorunda kalmasak?” Gazzeli çocuğun nasıl bir ümidi var acaba hayattan? Sorsak birine mesela, “büyüyünce ne olacaksın” diye, ne cevap verir acaba? Çocuk bu, her durumda bir hayal kuruyordur mutlaka. Gazzeli çocuk, yüksek ihtimal, bir gün sonrayı görebilmenin, bir gece aç uyumamanın, anasını babasını kaybetmemenin hayali kuruyor.
Biraz sıkıştırsak, “hadi ama güzel günler gelecek sen de başka bir şey hayal et, doktor ol, öğretmen ol, at yarışçısı veya hemşire ol” desek… Gülümser mi, aklına bir şey gelir mi? Yoksa sadece basitçe yüzümüze mi tükürür dersiniz? Bizde kelimeler bitti.
Bizde nefes bitti. Bizde takat bitti. Her gün bu zulmü, bu soysuzluğu görmekten insanlığımızdan utanır olduk. Acı öyle yayıldı ki dünyaya, şimdi milyarlarca çaresiz, zavallı ruh halinde geziniyoruz yeryüzünde…
Ne güzel değil mi? Dünyada bu acıyı tam kalbinde hisseden ne çok insan var…. Ama kalp yetmiyor işte. Çünkü bizim ürkek yüreklerimizden, bizim çırılçıplak ağlayan kalplerimizden önce gelen şeyler var…
Kalplerimizden önce bankerlerin, tefecilerin, tüccarların, siyasetçilerin hatırı var….
Onların kapılarına bağladıkları gazetecilerin, aklını kiraya vermiş bilim insanlarının, sivilcesine ağlayan şarkıcıların, b.kunda boncuk arayan sanatçıların hatırı var….
Silah tüccarlarının, kabadayıların, mafya kulamparalarının, ayyaşların, pezevenklerin ve fahişlerin hatırı var….
Hepsinin hepsinin hatırı var da bir tek Gazze’de ölen çocuğun hatırı yok!
İşte onun için bizim şu acıdan taş kesmiş, kanamaktan paçavraya dönmüş kalplerimiz hiçbir işe yaramıyor.
Çocuklar ölüyor, biz ağlıyoruz…. Allah’a sığınıyoruz çünkü sığınacak hiçbir kapı yok.
Peki yarın ilahi mahkemeye çıktığımızda da böyle rahatça anlatabilecek miyiz? “Zaten elimden bir şey gelmiyordu, üzüldüm, ağladım işte” deyip geçebilecek miyiz?
Hiç sanmıyorum. Çünkü kendi vicdanı tarafından mahkum edilen bir insanı hiçbir mahkeme affedemez. Biz artık kendi vicdanlarımızın mahkumuyuz. Önce bu mahkumiyetten kurtulabilirsek, belki ilahi mahkemeye de yüzümüz ak çıkabiliriz. Bunun için daha fazlasını haykırmak, dünyayı yönetenlerden daha fazlasını istemek ve daha fazlasını yapmak zorundayız. Çok daha fazlasını…