Asaf Halet’i Hatırlamak
Doğum yeri Cihangir ama Beylerbeyi’nde yaşadı Asaf Halet. İskelenin hemen arkasındaki tepede, çok eskiden Hıristiyan mezarlığı olan yerde, rüzgâra ve soğuğa yakası bağrı açık duran bir köşk. Elli birinde ölene dek hep Boğaziçi Köprüsü yapılacak diye bekledi durdu şair, köprü yapılınca köşkü değerlenecek, zengin olacaktı. Zengin olunca da kendine bir bastonla bir tek-gözlük alacaktı. Olmadı...
Asaf Halet ve yaşadığı semt. Tabii o günkü, şimdiki gibi değil, Beylerbeyi’nde eski Boğaziçi’nin kalburüstü bürokratları oturmaktaydı bir zamanlar; adabın, erkânın, teşrifatın insanları, diyor Haldun Taner; yani Osmanlı seçkininin mekânı. Hatta eski İstanbul’da bir deyim var: Çengelköy’ün sebzevatı, Kuzguncuk’un müzahrefatı (süprüntü gibi düşün), Beylerbeyi’nin teşrifatı (protokol) diyorlar! Öyle seçkin.
Kimler gelip geçmiş bu şirin Boğaz köyünden, Salâh Bey Tarihi’ne bak göreceksin, misal “mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” diyen, Haşim Paşa’yı anayım ilk elden. Beylerbeyi’nin yerlisi. Yahu işte adı üstünde, beylerin beylerinin oturduğu yer.
Efendim neden böyle ayırıyorsun semtlerimizi diyeceksin, her yer herkesin değil mi diyeceksin? Deme. Tabii ki öyle. Ama o herkesin, oradaki her yurttaşın, o güzelliklerin değerini anlayacak; gözü, kalbi gibi koruyacak eğitimden geçirilmesi gerekir. Hoyratlığı ilke edinmiş bir halkçılık, kabakçılıktan başka şey değildir. Bugüne bak, görürsün.
Halet’in doğduğu odanın önünde bir çam ağacı varmış, öyle diyor bir şiirinde; çöpten yapraklarında güneşi rüzgârla sallayıp kafesten içeri dolduran bir çam. Yüz bir delikli pencerenin önünde susmuş bir çocukla şaka edermiş günışığı. Bir röportajında da şöyle buyurmuş üstat: “Tıpkı hayattaki gibi somut malzeme ile soyut âlem yaratmak istiyorum.” Tüm gerçek edebiyatçıların derdidir bu. İsim ile cisim arasındaki tek harflik fark da aynı yerdendir belki.
Kırkların ortamında Nazilerden etkilenip soyunu sopunu araştıranlar olmuş, şairimize Çingene demişler Halet’e. O da şiir yazmış: “Yüzlerini güneşle yıkayan çingene kızlarım / kibarım diye bana gönül vermezler” Derken gidip bir Yahudi kızına gönül vermiş, şairdir verir, ne denir; evlenmiş Rozi ile. Sonra da boşanmış. Derken dayısının kızı Nermin Hanımla evlenmiş ardından. Nâzım gibi: Münevver Hanım da Nâzım’ın dayı kızıdır.
Yukarıda andığım Salâh Birsel, Asaf Halet’i şöyle tanımlıyor: “İki ucu aşağı doğru sarkık bıyıkları, bıngıl bıngıl yanakları ve tontik bedeni...” Derken geçmiş Beyoğlu’na dalıyor; nerelerden nerelere geldiğimizi oldukça iyi anlatır: “Çelebi kimi meyhanelerde şiirlerini masaya çıkarak okumayı da sever. Galatasaray’dan İngiliz elçiliğine giderken sağ koldaki Kutu Lokantası da bir akşam böyle bir sahneye tanık olmuştur. Daha doğrusu Kutu Lokantası’nın kendisi değil de üst katı. Çünkü Fikret Adil lokanta sahibiyle anlaşmış, buraya haftada bir yazarları, ressamları, tiyatro sanatçılarını toplar olmuştur. Çelebi o akşam masanın üstüne çıkıp şiirini okumadan önce Salih Urallı onu masa örtüsüyle sarıp sarmalamış, ona Romalı bir imparator süsü vermek istemiştir. Arna Çelebi benzeye benzeye Balzac’a benzemiştir.”
Bir çılgınmış Asaf Halet, benim bir süredir en sevdiğim adamlardan. Bir ustası olmadı hiç; bütün Doğu ustasıydı onun. Çırağı da olmadı; böyle adama kim çırak durur. Kilise diye bir şiiri var, ıstavroz çıkarır, bas papaz sesiyle başlar “evlôimêni i vasilîya tu patrôs / bütün resimler bizi gözetler tahtalardan” diye şiire girermiş. Ses önemlidir Halet için. İlk dizedeki, anlamadığı duayı değil, o duadaki yabancı kelimelerdeki sesi severmiş (birçoğumuzun yaptığı gibi)...
Yaratıcı yazar ne demek bilmiyorum. Böyle ayrıca bir yazar tipi mi var, yaratamayan yazar da olur mu, anlamıyorum. Fakat Asaf Halet bence gerçekten yaratıcı yazar. Zira yakasına çiçek takıp, kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyuyla besler, yetiştirdiği güllerle gezermiş. Kendince oyun oynarmış hep: Her dört yılda bir mebus seçimleri yapılınca, serbest aday olup parklarda meydanlarda seçim nutukları atarak eğlenirmiş. Öyle bizim tuhaf sosyalistlerimiz gibi, düzen partisi deyip karaladığı partilerden aday olup da... Neyse... Niye girdim ki bu bataklığa? Bu bataklık kendi kendine, kendini yok ediyor nasılsa.
Haldun Taner Beyefendi, Çelebi için, sanki küçüklük yaşlarımızın müşfik dayısıydı diye yazıyor. Şair, “bir dakikanızı rica edebilir miyim” diye sorar, Taner de hemen Beylerbeyi diliyle konuşurmuş onunla: “Lütfedersiniz beyefendi, ihya edersiniz...” Böyle bir devir.
Naziler Fransa’yı işgal ettiğinde Fransa İçin Şiir 1940 adıyla yazdığı şiiri Küllük Kahvesi’nde Dinamo’ya okumak ister; yine o dil: “Hasan beyefendi, faşizmin pençesine düşmüş Fransa için ağlıyorum. Onun için yazdığım şiiri dinlemek lütfunda bulunursanız çok sevinirim.”
İşte böyle bir halet... Ne demişti üstat: “Hayal hayal içinde / Dünya bir hayal dolabıdır / Aynalardan geçer...” Hayal gibi hepsi şimdi. Gureba Hastanesi’nde (garipler demek gureba, hazin), bir ekim sabahı. Kimseye veda etmeksizin, sakin, mütevazi, üzmeden kimseyi, gideceğine dair en küçük işaret vermeden sessizce çekip gitmiş Çelebi. Küplüce Mezarlığı’nda yatar.
Nasıldı Şehir şiirinin o dizesi: “allahtan pencere açmışlar içi sıkılan evlere.”