Asgari ücret ve güç savaşı
İşçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2020 yılında geçerli olacak asgari ücret tutarını belirlemek için ilk toplantısını yarın yapacak. Komisyonda işçi tarafını temsil edecek olan Türk-İş Konfederasyonu henüz teklifini açıklamadı. Ancak Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, geçen perşembe günü bir soruya verdiği yanıtta 2 bin 578 TL olan yaşam maliyetinin altında hiçbir şeyi oturup konuşmayacaklarının altını çizdi. Konfederasyon ayrıca asgari ücretle ilgili Hak-İş ve DİSK’in de görüşünü alacaklarını ve süreci birlikte yürüteceklerini kamuoyuna duyurdu. Bu ortaklaşmanın, komisyon bileşenlerini nasıl etkileyeceğini yaşayarak göreceğiz. Ama ekonomik kriz koşullarında olduğumuzu dikkate alırsak, üçlü bir yapıdan oluşan komisyonda işveren kesiminin, işçi tarafının teklifine sıcak bakmayacağını şimdiden öngörebiliriz. Dolayısıyla komisyonda hükümetin tutumu belirleyici olacak. Hükümet kanadının uzlaşabileceği asgari ücret tutarını aşağı yukarı tahmin edebilmek için 2020-2022 yıllarını kapsayan Yeni Ekonomi Programı’na (YEP) göz atmakta yarar var.
ÜCRETLERDE ‘IMF DÖNEMİ’ RİSKİ
Emperyalist-kapitalist sistemin sömürü araçlarından biri olan Uluslararası Para Fonu (IMF), Türkiye’de ücretlere yaşanan değil hedeflenen enflasyona göre zam yapılmasını önermişti. Keza 4 Ekim tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Yeni Ekonomi Programı’nda "kamunun yönlendirdiği bazı fiyat ve ücretlerde geçmiş enflasyon yerine YEP enflasyon hedeflerine göre ayarlamalar yapılacağı" ifadeleri yer aldı. Programda 2019 yılı enflasyon tahmini yüzde 12, 2020 yılı enflasyon hedefi ise yüzde 8.5 olarak açıklandı. Buna göre 2019 yılı enflasyon tahminini esas aldığımızda net asgari ücretin 2 bin 263 TL’ye; 2020 yılı enflasyon hedefini esas aldığımızda ise net asgari ücretin 2 bin 193 TL’ye çıkacağını ve hükümetin bu artışlara sıcak bakacağını söyleyebiliriz. Ancak Türk-İş’in "Yaşam maliyetinin altında hiçbir şeyi oturup konuşmayız" ifadelerini dikkate aldığımızda hedeflenen enflasyon oranındaki artışlara işçi tarafının sıcak bakmayacağını anlıyoruz. O halde hükümetin işçi tarafının teklifine onay vermesi için "ikna edilmesi" seçeneği ile karşı karşıya kalıyoruz. Takdir edersiniz ki rica ve minnetle bu işlerin olmayacağı biliniyor. Peki ne yapmalı?
KAPİTALİST DÜZENİN FITRATI
Değerli hocamız Yıldırım Koç’un zaman zaman vurguladığı gibi kapitalist düzende güç konuşuyor, güçler savaşıyor. Gücünüz varsa sözünüz geçiyor, gücünüz varsa yasa çıkıyor, gücünüz varsa bükülemeyen el öpülüyor. İşçi sınıfının gücü ise örgütlülüğünden geliyor. Kimi zaman o gücü seçim dönemlerinde oy tehdidi olarak; kimi zaman da üretimi durdurarak ve meydanları ısındırarak kullanırsınız. Gücünüzün oranında etki sağlar, dikkate alınırsınız. Dönüp işçi sınıfının örgütlü gücüne baktığımızda Çalışma Bakanlığı’nın 2019 Temmuz verilerine göre 13 milyon 764 bin 63 çalışandan sadece 1 milyon 894 bin 170’i sendikalı. Yani her 100 çalışandan 86’sı sendikasız. Türk-İş’in 1 milyon 12 bin 277; Hak-İş’in 674 bin 404; DİSK’in 178 bin 691 üyesi bulunuyor. Genişçe bir kesimin örgütsüz olduğunu görüyoruz. 7 milyona aşkın asgari ücretli de bu örgütsüz kesimin içinde. Sendikalar iyi kötü bir mücadele verirken/vermeye çalışırken bu örgütsüz kesimlerin "Armut piş ağzıma düş" anlayışıyla hareket etmesi doğru değil. Öncelikle iyi bir asgari ücret zammı beklentisi içinde olan bu örgütsüz kesimlerin sendikalı olma sorumluluğuyla karşı karşıya olduğunu belirtelim. Böyle bir adımın işçi sınıfına güç katacağı da ortada. Öte yandan sendikalı işçilerin geneli de aynı örgütsüz kesimler gibi taşın altına elini sokmadan, herhangi bir eylem yapmadan büyük bir beklenti içinde olabiliyor. Bu kesimin sendikaların eksik ve hatalarını sadece yöneticilere yükleme gibi bir kolaycılığa kaçtıkları görülüyor. Halbuki sendikalar üyeleriyle varlığını sürdürebilen ve hissettirebilen örgütler. Sendikaların eksikliklerinden ve hatalarından, üye olup da taşın altına eline sokmayan ve sadece maddi beklenti içinde olanların da payı olduğunu düşünüyorum. Halbuki işçilerden sendika yönetimlerine; sendika yönetimlerinden konfederasyonlara doğru uygulanacak bir basıncın sendikal mücadeleyi ivmelendirmesi kaçınılmaz. Sendikalı işçilerin önünde de böyle bir görev duruyor. Ayrıca sendikalar, "Asgari ücret bizi ilgilendirmiyor" dememeli ve asgari ücret pazarlığı sorumluluğu sadece Türk-İş’in omzuna yüklenmemeli. Sendikalar çalışanların haklarını korumak ve geliştirmekle sorumluysa eğer diğer konfederasyonlar ve sendikalar da üstüne düşeni yerine getirmelidir. Seçim sürecinde olmadığımızı düşünürsek işçi sınıfının güç savaşını ancak meydanları ısındırarak kazanmaktan başka çaresi olmadığını söyleyebiliriz. Aksi takdirde verileni almaktan başka seçenek kalmaz.