Aşık Veysel’le ilgili bir yalan üzerine (1) -(TAMAMI)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tuhaf bir huyu var: Mahalle kahvesinde duyduğu her şeye inanıyor. Müslüm Gürses için rahmet dilerken, fırsat bu fırsattır deyip, gene CHP’nin tek parti dönemine çatmış. (Radikal, 06.03.2013)

“Aşık Veysel yakınlarına polis ya da jandarmanın elinden sazını aldığını, kırdığını, yaktığını ifade ediyor. Çünkü dönemin tek parti dahiliye vekâleti tarafından saz, gerici müzik aleti olarak görülüyor”.

Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanına kuyruklu bir yalanı tekrarlamasını yakıştırımayoruz ama demek ki kendisi ve çevresi yakıştırıyor.

Bu İslamcıların neredeyse tamamı böyle. Bu türden bir yalanı allayıp pullayan yardımcısı Numan Kurtulmuş üzerine yazdığım bir yazıda (“Bir Garip Adam: Numan Kurtulmuş. 06.12.2012) yazdığım bir cümleyi kendisi için de tekrarlayacağım:

“Halk Müziğine gelince: Muzaffer Sarısözen’in biyografisi Bay Kurtulmuş’u utandırmaya yeter, eğer utanma duygusu varsa. 1938 yılında Ankara Radyosu’nda Klasik Türk Müziği ve Halk Müziği için “Milli Musiki Sanatkârları Kolu” vardı. 1940 yılından itibaren “Bir Türkü Öğreniyoruz” ve “Yurttan Sesler” programları başlamıştır.”

Ama biliyorum ki ayni familyadan bir başkası için de bu yazdıklarımı tekrarlamak zorunda kalacağım.

***

2010 yılında da Türk Müziği’nin 1950’ye kadar radyolarda yasaklı olduğu iddiası ortaya atılmış, ben de Hürriyet Pazar eki için özel bir yazı hazırlamıştım.

Yazının başında, biraz sonra okuyacağınız bölüm yer alıyordu. İkinci bölüm ise, dostum Nedret Gürcan’ın, Aşık Veysel1956 yılında Dinar’a geldiği zaman yaptığı söyleşinin çözümü idi.

O günlerde Hürriyet Pazar’ın yöneticisinin değişmesi dolayısıyla bir karışıklık oldu ve söz konusu yazı yayınlanmadı. Demek ki kısmet bugüne imiş.

Bu fırsattan yararlanarak, hem dostum Nedret Gürcan’a hem de ses kaydığını yazıya geçiren muhabir arkadaşa teşekkür ederim.

[Yalancının mumu hiç sönmüyor

“Ulan Cumhuriyet Nedir Senden Çektiğimiz” başlıklı yazı dizimi (Hürriyet, 26, 27, 29, 30 Ocak 2010) hatırlarsınız. Bu dizide, 1930’larda Ankara’nın Kızılay ve Ulus semtlerine köylülerin sokulmadığı tezvirat (yalan dolan) ve tevatürünü (söylenti) ele almıştım.

Gerçekten de Cumhuriyet’i ve kurucularını kötülemek isteyenler 1923-1950 arasında geçen olayları saptırarak anlatırlar, üzerine yalanlar eklerler.

Örneğin İsmet İnönü Kurtuluş Savaşı’nda hiçbir savaş kazanmamıştır. I ve II. İnönü savaşlarını kazandığı bir yalandır. Tam tersine savaş sırasında samanlığa saklanmış, sonra ortaya çıkmıştır.

Yasaklı köylüler

Bu yalanlardan birine göre : CHP’nin Anayasa’ya da girmiş olan Altı Ok’undan “Halkçılık” ilkesi de bir kandırmacadan ibarettir. Öyle ki Atatürk zamanında ortalıkta dolaşıp yabancı misyonların gözünde itibarımızı iki paralık etmemeleri için köylülerin Kızılay ve Ulus’ta dolaşmaları yasaklanmıştır. İnsanlar bu tezvirata inanmış ve daha sonraki kuşaklar genç Cumhuriyeti yermek için bunları hiç düşünmeden kullanmıştır.

Tezviratçılar, Atatürk’ü görmek için Ankara’ya gelen Aşık Veysel’in Yenişehir’e, dahası Ankara’ya sokulmadığını söyleyip yazarlar. Günümüzde Kızılay olarak anılan Yenişehir 1930’larda yeni yeni kurulmaktaydı. Sanki, Ulus ve Yenişehir semtlerine gümrük kapısından pasaport göstererek girilirmiş gibi anlatırlar.

Köylünün Ulus’a sokulmamak iddiasını ele alalım : 6 Ocak 1961’den önce TBMM binası Ulus’ta idi. Şimdi müze olarak kullanılan bina. Güvenlik gereği, ilk zamanlar, yayaların TBMM’nin önünden geçen kaldırımda yürümelerine izin verilmez, sadece köylülerin değil şehirlilerin de Ankara Palas’ın önünden geçen kaldırımda yürümeleri tavsiye edilirmiş. Yalana kaynaklık eden gerçek bu.

Bu kadar savunmadan sonra bir soru soracağım: Günümüzde TBMM’ne yaklaşmak mümkün mü?

Aşık Veysel’in Kızılay’a değil, Ulus’ta bir çarşıya sokulmamasına gelince, işin doğrusunu kendi ağzından okuyacaksınız.

Gerçekten de, nedense, polis ve bir resmi daire kapıcısı tarafından durduruluyor. Günümüzde de aynı şeyler olmaz mı, olmuyor mu ? Hırpani kılıklı biri lüks alışveriş merkezlerine ya da Nişantaşı’nda bir kahveye girebilir mi ? Ben sınırında “Dilenciler ve hurdacılar giremez !” tabelası dikilmiş köyler ve mahalleler biliyorum. Ne olacak şimdi ?

Okuyunca göreceksiniz, meramını anlattıktan sonra Aşık Veysel’in işleri yoluna giriyor.

Bürokrasi kendisiyle ilgileniyor, değer veriyor. Elbise diktirip iki kez telif ücreti ödüyorlar. 1930’larda 50 lira ne demek, bir bilene soralım.

***

Sonuçta bir kocaman yalan Aşık Veysel’in ağzından bozuma uğruyor. Ama “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” özlü sözü genellikle gerçekleşmiyor, yalanın mumu yatsıda sönmediği gibi hiç sönmüyor.

Benim dizi yazıyı okuduktan sonra, 1956 yılında aldığı sesin eski usul kaydını bulup 54 yıl sonra CD’ye aktarıp bana gönderen değerli dostum şair ve yazar Nedret Gürcan’a çok teşekkür ederim. Onun sayesinde tarihî bir anı bir daha yitirmemek üzere yakalamış bulunuyoruz.]

Müslüm Gürses’in ölümünden sonra

Müslüm Gürses’in sesi ve söyleyiş tarzı beni itmezdi. Ama içimden gelip bir gün bile bir Müslüm Baba dinleyesim gelmemiştir.Zaten olur-olmaz yerde, çalışırken müzik dinlemekten hoşlanmam. Müzik dinleyeceksem, alete plağı (kaseti, CD, falan) koyar, karşısına geçip konser salondaymışım gibi dinlerim.

Diyelim ki yurt içinde ya da dışında beni yemeğe davet ettiler. İlk işim “Müzik var mı?” diye sormak olur. Hemen, neşe içinde “Var” derlerse, hemen gitmeyeceğimi söylerim. Müziği yemeğe, içkiye ve lafa karıştırmam.