Askerin vesayeti, dinin vesayeti (8) -(TAMAMI)

Askerin vesayetinin olduğu yerde askeri darbe olmaz. Neden olsun? Vesayet, darbenin neden ve gerekçelerini zaten ortadan kaldırmıştır. Vesayet kurmak için de darbe yapılmaz. İktidarda kalmak için yapılır. Bir başka darbe ile yıkılıncaya kadar.

Askeri darbeden söz edenler, dinin vesayet ve hacr kurum ve kuruluşlarının tarih ve eylemlerinden habersiz duruyorlar. Habersiz durdukları için de Türkiye’nin içinde bulunduğu kaosun gerçek nedenleri ortaya çıkmıyor.

Şeyhülislamlık, medreseler, ulema, ilmiye sınıfı, tarikatlar ve bunların Osmanlı devlet ve siyasetindeki yeri bilinmeden dinin vesayetini anlamak mümkün değildir. Dinin vesayeti sadece Osmanlı devletinin sorunu olmamıştır. Avrupa’nın aydınlanma ve çağdaşlaşma tarihi aynı zamanda dinin vesayet ve sultasından kurtulma tarihidir. Buna laikleşme, aydınlanma, sekülerleşme (çağdaşlaşma) diyorlar. Osmanlıda bu süreç Tanzimat ile başlamış, İkinci Meşrutiyetle devam etmiş, Cumhuriyet ile resmen tamamlanmıştır. “Resmen”! Ama...

Toptan “irtica” olarak tanımlanan gizli ve açık karşı devrimci hareket, dinin vesayetini tekrar kurmayı, dolayısıyla Cumhuriyet’i hedef alan girişimdir. Askerin buna izin vermemeyle ilgili sorumluluk ve yükümlülüğüne “askerin vesayeti” adını veriyorlardı. İrticayı bir demokratik hak ve özgürlük içinde değerlendirenler için çok doğal bir adlandırma. Dinin vesayet sultası altında yaşamayı istemek bir demokratik hak olabilir mi? Böylesine bir vesayet demokrasinin sonu olmaz mı? Olur, olmuştur, olacaktır!

***

Her şeyin, Osmanlı’nın içine düştüğü her türlü bataklıktan kurtulmak için askeri reform yapmaya karar vermesiyle başladığını söyleyebiliriz. Askerin çağdaşlaşması için yeni askeri okullar açılması gerekiyordu. O zamana kadar askeriye ile ilmiye can ciğer kuzu sarması halinde yaşıyordu. Arada sırada aralarında çıngar çıksa da askeriyenin gereksinim duyduğu fetvaları ilmiyenin uleması veriyor; ilmiyenin gereksinimi olunca da yeniçeri ocağı kılıç çekiyordu. İkisinin işbirliğine padişahlar bile dayanamıyordu.

Ne olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladılar ve Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördüler. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordular.

Bu sorunun doğru cevabını alıp almadıklarını bilemeyiz ama Osmanlı’nın okul ve eğitim durumunu tasvir etmemiz gerekiyor.

Tasvir edelim

Kısaca: Sübyan mekteplerinde, çocuklara Kuran okumak, namaz kılmanın usulleri ve biraz da yazı yazmak öğretiliyordu. O kadar.

II. Mahmut, 1824-1825 yılında yayınladığı bir fermanla, ilk öğretimi zorunlu hale getirdi. Bunun nedeni çocukların dini bilgilerden yoksun kalmamaları idi.

Öğrenim dili Arapça idi. Türkçe ancak Tanzimat (1839) ve II.Meşrutiyet (1908) reformlarıyla resmi dil durumuna geldi. Ancak Osmanlı topraklarında, ne soyut ne de somut anlamda “Okul” diye bağımsız bir yapı vardı. Okul, cami idi. İlk Rüştiye (Ortaokul) de 1839 yılında Sultanahmet Camii’nde açılmıştı.

Gelelim ilmiye (ulema) sınıfının kaynağı medreselere: Buralarda müsbet ilim (matematik, geometri, fizik, kimya...) öğretilmezdi. Öğretim şeriat ağırlıklı ve nakli (tekrar) idi. Buralardan mezun olanlara âlim (ilim adamı) deniliyor ve bunlar Osmanlı devlet yapısı içinde ilmiye (ulema) sınıfını oluşturuyordu. Kimi zaman laf olsun diye, yabancı bilimler denen “ulumul El-avail” okutulduğu da oluyordu.

Mirasın bölüşülmesinde gerekli olduğu için hesap ve namaz vakitlerini saptamak için biraz kozmografya da öğretilirdi. Başlangıçta tıp okutulduğu da iddia edilir. Belki kurşun dökme öğretilmiştir.

Öğretim dili Arapçaydı dedik. Osmanlı’nın ilk yıllarında açılan medreselere Arapça konuşan memleketlerden hoca getirilmişti. Bunların öğrencileri öğrendikleri kadar Arapça öğrendiler. Onların öğrencileri de öğrendikleri kadar. Böylece Arapça okuyup yazma giderek zayıfladı. Sonunda medrese öğrencileri Tarzan Arapçası ile yazmaya ve konuşmaya başladılar. Kanunî dönemine doğru, medreselerde okuyanların çoğunluğu Arapça öğrenemediklerinden, asıl amaç olan İslam dinini ve kültürünü de öğrenemiyorlardı. Tabii Arap memleketlerini gidip eğitim ve öğrenimlerini tamamlayanlar hariç.

1900’lü yıllara gelindiğinde medreselerin ve ulema sınıfının durumu çok aşağı düzeylerdeydi. Artık mürteci yuvasına dönmüşlerdi.

Buna karşılık asker (subay) artık çağdaş dünyayı yakalama çabaları içindeydi. Sadece mesleğini değil, tarih, felsefe, sosyoloji, yabancı dil öğreniyordu. Aralarında çağlarını yakalamış entelektüeller de vardı.

Düşünsenize, kızlar 1862’den itibaren orta öğretim görmeye başladılar. İlk kadın öğretmen 1873 yılında atandı. Darülfunun (üniversite) sürekli öğretime 1900 yılında geçti ve kadınlar üniversiteye 1914 yılında kabul edildi.

***

Sıkıldım, yoruldum demem bundan işte. Bu yazdıklarımı siyasetçi bilmiyor diyelim, peki tarihçi milleti, sosyolog taifesi, müderris loncası, gazeteci locası bilmiyor mu? Galiba bilmiyor.

Bunları bilmeden ne asker ile ulema çatışmasını; ne ulemanın cumhuriyet düşmanlığını, ne de laikliğin erdemlerini anlayıp anlatabilirsiniz.

NOTA BENE: Bu yazıyı yazmak için, İsmail Tokalak’ın İslam Ülkeleri Neden Geri Kaldı (Gülerboy Yayıncılık, 2011) ile Faik Bulut’un Ordu ve Din (Berfin Yayınları, 2008) adlı kitaplarından yararlandım. Okumadan olmuyor. Beyin bilgi ve ilim salgılamıyor.