Askerin vesayeti, dinin vesayeti (9) -(TAMAMI)

Askerin darbeci vesayetinin İttihat ve Terakki döneminde başladığı kuyruklu bir yalandır. Böyle bir yalanı ancak tarihsel gerçekleri çaptırmak ya da gizlemek isteyenler söyler. Ha isyan, ha darbe. İkisi de vesayet ve hacr defterlerine yazılır. Bunun bilinen ilk resmi örneği, II. Murat’ın (1421-1451) küçük yaştaki oğlu Mehmet’i (Fatih) tahta geçirmesine karşı çıkan Yeniçerilerin çıkardığı bir isyandır. II. Murat’ın tahta tekrar oturup buçuk oranında yeniçerilerin maaşına zam yapmasıyla son bulmuştur. O günden sonra Edirne’de isyanın olduğu tepeye “Buçuktepe”; isyana da “Buçuktepe İsyanı” adı verildi.

Yeniçeriler kaç kez isyan etti, bilmiyorum. Ama en kabadayı padişahlar zamanında bile birkaç kez isyan ettiler. Padişahın, sadrazamın her an isyan tehdidi altında yaşamaları vesayetin âlâsıdır. Bu isyanlarda ilmiye (ulema) sınıfı, askerin her zaman önünde, yanında, arkasında oldu. Özellikle de irtica kaynaklı ayaklanmalarda.

İrtica

Örnek olarak Parona Halil, Kabakçı Mustafa ve 31 Mart 1909 irtica ayaklanmalarını anımsayalım. Üçü de şeriatı ileri sürdü. Osmanlı’nın yaşayabilmek, ayakta kalabilmek için giriştiği en küçük yenilikler karşısında, üçü de safdil askeri iğfal etti. Bu isyanlar yabancıların ve düşmanların çok işine yaradı. İsyan meydanlarında ortada görünenler, yobazlar (softalar) ve asker kılığında gezen baldırı çıplaklardı.

Geride duranlar, bu yeniliklerden zarar göreceğini düşünenler ile ilmiye sınıfının ileri gelenleriydi. Bunun için softalarla yeniçerileri kullandılar.

Koca Sekbanbaşı tasarısı

[“IV. Mustafa’ya verdiği meşhur tasarısında Koca Sekbanbaşı bunların mahiyetini pek güzel deşer ve ortaya koyar.

Koca Sekbanbaşı diyor ki: “Şeriat naralarıyla İstanbul sokaklarını çınlatan bu baldırı çıplaklar dinin şartını bilmezler, kelimeyi şahadet getirmekten âciz kimselerdir ki, ağızları şarap kokar, savaştan kaçarlar ve İstanbul sokaklarında genç kadınlara ve oğlanlara tecavüz ederler.”

Parona Halil, Kabakçı Mustafa, 31 Mart’ta Derviş Vahdeti, Şeyh Sait, Dervis Mehmet vesaire de “Şeriatla davamız vardır!”, “Şeriat isteruk!” diyerek ayaklandılar ve ayaklandırdılar (...) Kabakçı olayında perde arkasına oynayanlar şunlardı:

Topal Ata, Köse Murat Paşa ve Münip Efendi.

Şeyhülislam Topal Ata ile Münip Efendi zamanın ulemasından idiler... Köse Musa Paşa ise sadrazam vekili idi.”] (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, I-II, Kaynak Yayınları, S.175-176)

Asker ile ulema bozuşması

Dünkü yazımda şöyle bir bölüm vardı: Ne olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladı, Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördü. Zamanla her türlü bilgiye açıldı ve bir ucundan siyasetle ilgilenmeye başladı. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordu.

Gözleri açılınca, vatan ve millet kavramlarını öğrendiler. İlerlemenin önündeki en büyük engelin ilmiye (ulema) sınıfından, din adamlarından ve eğitim-öğretim sisteminden kaynaklandığını gördüler. Asıl önemlisi Osmanlı devletini içerden çürüten irtica kaynağı olan din vesayetini gördüler. II.Meşrutiyet din ile devlet işlerinin ayrılması, yasaların kaynağının din olmaması gerektiğini anladı. İttihat ve Terakki okul ve yasalarda sekürlerleşmenin (çağdaşlaşmanın) kaçınılmaz olduğunu gördü.

Mürteci İslamcı kesim, bu nedenle İttihat ve Terakki’den, II.Meşrutiyet’ten nefret eder ve inadına II.Abdülhamid’i Ulu Hakan olarak göklere çıkartır. Sekülerleşme işlemini laik devrim yasalarıyla tamamlayan Cumhuriyet’ten aynı nedenlerden dolayı nefret eder.

Bu bozuşmaya karşın askeriye hiçbir zaman dini inancı karşısına almamıştır. Laikliğin dinsizlik, askerin din düşmanı olduğu da iftira ve yalandır. Asker, irtica ile koalisyonu bozduğu için din düşmanı (!) olmuştur. Ancak, “Türk-İslam Sentezi”ni meşrulaştıran, din derslerini zorunlu hale getiren 12 Eylül darbesini hiç mi hiç eleştirmezler. Varsa, yoksa 28 Şubat. Anayasa’nın 174 maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları ve 28 Şubat Kararları irticanın en büyük düşmanıdır. 28 Şubat kararlarını hallettiler, şimdi sıra Devrim Yasaları’nda.

Dinin vesayeti, din baskısı

Laik yasalar, devlet ile din işlerini büyük ölçüde birbirinden ayırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, ne yazık ki kuruluş amaçlarını gerçekleştiremedi, gizli bir irtica ocağına dönüştü. Tevhid-i Tedrisat’ın kurduğu imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri tam anlamıyla cumhuriyet aydını din adamını yetiştiremedi. Laik cumhuriyet yasalarına karşın, dinin toplum üzerindeki vesayet ve baskısı hiçbir zaman kalmadı.

Ramazan ayları ve oruç, toplum üzerinde baskı aracına dönüştü. Oruç tutmayanlar dinin baskısıyla özgürlüklerinden indirim yapmak ve gizlenmek zorunda kaldılar. 2013 yılında artık Ramazan ayında neredeyse açık lokanta bulmak mümkün değil. Bu aylarda memur kantin ve yemekhaneleri kapalı oluyor. Oruç tutmayanlar, gafil davranıp sokakta sigara içenler gebertircesine dövülüyor, kimi zaman öldürülüyor.

Türlü nedenlerle içkili yerler kapatılıyor, içki ruhsatı verilmiyor ama her türlü lotaryacılık, lotoculuk, totoculuk, şans oyunları AKP Hükümeti tarafından teşvik ediliyor.

İmam-hatip liseleri laik liselerin yerini alıyor ve iktidar, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme cihadında emin adımlarla ilerliyor.

Bunları yazarken, Koca Sekbanbaşı’nı düşünüyorum!