Aslında tartışılan geleceğimiz

Prof. Dr. Hüsnü Erkan “Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme” adlı çalışmasında, toplumda başarı motivasyonun; çalışma, başarı ve üretime dayanmak yerine, fırsatçılık ve bağımlılığa dayalı ilişkilerde geçerliliğini sürdürdüğünü, bu yüzdenden de Türk toplumunun başarı toplumu (achieving society) değil ancak ilişki toplumu olduğundan söz ederek şunları söyler:
“Bağımlılığa dayalı ilişki toplumu olma özelliği ile inanca dayalı duygusal tepkisel yaklaşım içindeki bir toplumda; ilkeler, kurallar, ve yasalar değil; egemen pozisyondaki kişilerin keyfi; duygusal ve tepkisel kararları geçerli olur. Bunun sonuncunda toplumda bir sistem değil, sistemsizlik egemendir. Türk toplumunda uzun dönem, kalıcı ve etkin işleyen sistemlerin ve örgütlü (organize) çalışma geleneğinin olmayışı bu nedenlerdir. Bilime dayalı nedensellik düşüncesinin geçerli olmadığı yerde ilke ve kural olmaz. İlke ve kuralın olmadığı yerde sistem olmaz, Sistemin olmadığı yerde kurumlaşma olmaz. Sonuçta kişilerin keyfi egemenliği geçerli olur”
Bu saptamaları içinde bulunduğumuz coğrafyanın her bir kesim/alanına, geçerli bir şablon olarak uygulayabiliriz. Örneğin bu alıntının -bize göre- en önemli yanı ise ilkesizlik, kuralsızlık ve de bunların sonucu ortaya çıkması kaçınılmaz olan “kurumlaşamamaktır.”
Son yıllarda, baştan ilke ve kurallarını belirleyerek kurumlaşmanın üstesinden gelmiş ve kökleri çok eskilere dayanan kimi kurumlarımız, bilinçli olarak “itibarsızlaşma” kampanyalarının hedefi haline getirilmeye başlanmıştır. Bir bankanın yapısal konumundan, monşerliğe, saygın bir üniversiteden, köklü bir yayın organı ve mensuplarına dek geniş bir yelpazede hedef tahtası haline getirilen bu kurum/kişiler, kimi zaman hiç sorgulanmadan yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır. İşin garibi tüm bunlar “Daha iyi bir Türkiye” için yapılıyormuş gibi gösterilmektedir.
Son günlerde bu alışkanlık, yani yerleşik/başarılı ve de alanlarında tek olan kimi kurumlara yapılan ataklar ya da itibarsızlaşma, ne yazık ki, kültür -sanat ortamında da kendine yer bulmaya başladı. Örneğin; apar-topar sokağa atılan sinemadaki mesleki kuruluşlar ve onların kaldırımlara düşen arşivleri, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörlüğü ile aynı kuruluşun bünyesinde olan Saki Şekeroğlu Sinema-Tv Merkezi arasındaki istenmeyen olaylar ve köklü bir sinema festivalimizde ulusal sinemaya olan karşıtlıklar vs...
Tüm bunlar; sayıları sanıldığı gibi pek fazla olmayan -özel ya da kamu hiç fark etmez- yerleşik, saygın kurumlara karşı yapılan ve çoğu da ne yazık ki yapanlar adına başarılar sağlayan, ama genelde istenmeyen ve de arzulanmayan eylemler olmaktadır.
Bu coğrafyada yeni kurumlar oluşturma yerine, kimi zaman haklı ama çoğu zaman da haksız ve mesnetsiz sayılabilecek nedenlerle, başarılı olmuş mevcut kurumları ele geçirme, neredeyse geçerliliği olan bir yöntem haline gelmeye başlamıştır. Bu ele geçirme isteğinin pekiştiği süreçlerde çoğu saygın olan kişilerin etik davranışları hiçe sayarak keyfi davranışlar içerisine girmeleri de bu ele geçirme dürtülerinin bir diğer ayıbı olmaktadır.
İşlevini yeterince yerine getirmeyen- ya da getiremediği sanılan- kurumları, birtakım istenmeyen ve de arzulanmayan güç, eylem ve sözlerle ele geçirme isteği yerine, bu kurumları oluşturan, emeği geçen ve tüm zorluklara karşın bugüne dek getirenlerle oturup, tartışarak, sorgulayarak, birlikte, istenilen doğrultuda işler hale getirmek daha adil, daha madeni daha saygın ve de yapıcı bir davranış olamaz mı?
Sonuçta söz edilen kurum ya da kurumlar bizim yalnızca geçmişimiz değil; aynı zamanda geleceğimizdir de...