Atatürk Afganistan cephesinde-3: Bu Amerikan huyunun yalnız Afganlara dönük olmadığını unutmamalıyız

Bu Amerikan huyunun yalnız Afganlara dönük olmadığını unutmamalıyız” sözü bugün değil ta 1921'de söylenmişti.(1) Sanki bugüne sesleniş.

İngilizler'in korkulu rüyası gerçek olmaya başlamıştı. Ortak düşmana karşı birlik adım adım “duygusal” olmaktan çıkıyor, mücadelenin nesnel temelleri oluşturuluyordu.

Kasım 1920’de Milli Mücadele’nin önderlerinden, Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Sovyet Rusya’nın başkenti Moskova’ya elçi olarak atandı ve Milli Mücadele’nin son dönemine kadar orda görev yaptı.

14 Aralık 1921'de yola çıktı, 19 Şubat günü güven mektubunu sundu. Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Rıza Nur’dan oluşan bir heyet de Rusya’ya gitti. Uzun süren görüşmelerden sonra 16 Mart 1921'de Türk-Sovyet Muhadenet Ahitnâmesi imzalandı. Rusya tarafında Çiçerin ve Celal Korkmazov'un imzası vardı. Kurtuluş Savaşı'nın kaderini etkileyecek maddeler kabul edildi. Bu bir anlamda zincirin ilk halkasıydı. Mustafa Kemal'in tanımıyla “her ülke bağımsız ve güçlü” olmalıydı. Misakı Millînin Sovyetler tarafından kabulü Doğu sınırımızı rahatlatmıştı. Böylece oradaki önemli askeri gücümüz Batı'ya sevk edilebilecekti. Antlaşma onay için 21 Temmuz'da Meclis'te görüşülürken de bu konu özellikle gündeme geldi.(2) Batı'da emperyalizme karşı kazanılacak zaferle birlikte Sovyet Devrimi'nin yaşaması, ta Afganistan'dan hissedilecek, İngiliz emperyalizmini sarsacaktı. Kapitülasyonların kaldırılması da sağlanırsa ekonomik yansımaları olacaktı. Millî Mücadele için para, silah ve donanım yardımı da sağlandı.

Atatürk ve Afgan Emiri Emanullah Han Ankara'da. Parmaklar aynı yönü gösteriyor.

CUMHURİYET DEVRİMLERİNE VARMAK İÇİN AFGANİSTAN'LA ANTLAŞMA

Bu görüşmeler sürecinde Afganistan heyeti de Moskova'daydı. Üçü de aralarında antlaşmalar imzaladılar.

Sovyet-Afgan antlaşmasından üç gün sonra 1 Mart 1921'de Türkiye ile Afganistan arasında imzalandı. O da Meclis'te Sovyet Rusya Antlaşmasıyla aynı gün görüşüldü ve onaylandı. Türkiye adına Yusuf Kemal ve Rıza Nur, Afganistan adına General Muhammed Veli Han vardı.

Bu ilk iki kardeş ülke arasındaki antlaşma Yusuf Kemal Bey'in (Tengirşek) 21 Temmuz 1921'de Meclis'e sunarken aktardığı gibi “delege tarafından bismillahirrahmanirahim'den başlayarak ağlayarak okundu ve fatiha ile son verildi. Türk heyetinin hazırladığı metin bir harfi bile değiştirilmeksizin olduğu gibi kabul edildi.” Daha sonra bu antlaşma Büyük Millet Meclisi'nin de onayına sunuldu. Heyecanla karşılandı.

“ABDULLAH AZMİ Ef. (Eskişehir) — Yalnız iki büyük kardeş ve müstakil devlet arasında ilk defa olarak Muahede akdolunuyor. Bunu dua ile tahtim edelim. (Muvafık sesleri)

“SIRRI B. (İzmit) — Efendim, kullanılan dualar bu esasa tuygun düşmez, binaenaleyh bunu düşünerek söylemek icabeder, ona göre dua edilsin.

BİR MEBUS Bey — Efendim, kabul edilsin, akibinde dua edilsin.”

Usule uyuldu. Öyle oldu.

Önce anlaşma onaylandı, sonra dua edildi.(3)

Devleti âliyei Türkiye ve Afganistan, yekdiğerine bütün samimi kalbiyle bağlı, aynı emel ve ortak menfaatlara sahiptiler. Birinin saadet ve felâketinin diğerinin saadet ve felâketine sebep olacağı kanaat ve inancındaydılar. Şark Aleminin bu uyanış mücadelesinin başladığı devrinde eskisi gibi ilişkide olmadan tek başlarına kalmaları artık mümkün olmayacaktı. Bunun zorunlu bir vazife olduğuna karar verdiler. Bir vücudun parçası gibi birine gelecek ızdırap ve azardan diğerinin de etkilenmesini doğal gören bu iki kardeş devlet aralarında öteden beri var olan manevi birliği siyasi alana geçirerek maddi ve resmi ittifak haline getirdiler.

Bütün Doğu'nun mutlu geleceği adına hayırlı bir başlangıç olmak üzere ittifak anlaşması yapmayı uğur saydılar ve karar verdiler.

Bu antlaşma koşulları hâlâ geçerli midir? Hâlâ hayırlı mıdır?

Yoksa yaşamınızın bir uçak tekerleğinde mi son bulmasını istersiniz?

O zaman da soru Mustafa Kemal Paşa için buydu.

Cumhuriyet'e ve devrimlere ilerlemek amacındaydı. Daha Kongre'ler döneminde böyle olduğunu biliyoruz. Engeller böyle aşılacak, yol düzlenecekti.

İki ülke de birbirlerinin bağımsızlığını tanımayı farz biliyorlardı.

Bütün Doğu milletlerinin tam serbestlik, özgürlük ve bağımsızlık hakkına sahip olduklarını, istediği hükümet biçimi ile kendini yönetmekte özgür olduğunu onaylıyorlardı.

Taraflar Doğu'yu istila ve istismar siyasetini güden herhangi bir emperyalist tarafından diğerine yöneltilecek saldırıyı bizzat kendine yönelmiş sayarak mevcut ve mümkün araçlarla def eylemeyi kabul ediyordu.

Birbirlerinin aleyhine herhangi bir devletle anlaşma yapmayacaklardı.

Birbirlerine eğitim, ticaret ve diğer ihtiyaçlarını bildireceklerdi. İki ülke arasında düzenli ve özel postalar kuracaklardı.

Türkiye, Afganistan'a kültürel yardım, öğretmen ve subay gönderecekti. Bu kurul beş yıl hizmette kalacaktı. Sürenin bitiminde Afganistan istediği taktirde yeniden gönderecekti.

Rıza Nur ayrıca verdiği raporda Afganistan'ın çok ilkel bir durumda olduğunu, hiçbir teşkilatın olmadığını vb yazmıştır. Kazım Karabekir ise bu bakış açısını sakıncalı bulduğu notunu ekleyerek raporu Ankara'ya iletir.

ANADOLU BASINI ALKIŞLARLA KARŞILIYOR

Anadolu basını anlaşmayı alkışlarla karşılar.

Çok doğal. Çünkü Hariciye Vekilimizin söylediği gibi “

Bu arzular Büyük Millet Meclisinin ve umum Türk Milletinin arzusuna tamamiyle muvafıktır.

”(4)

Hâkimiyet-i Milliye Türkiye'nin Lond-ra'ya gönderdiği delege heyetinin Avrupa'nın emperyalist devletleriyle uzlaşma imkanı bulamadan geri döndüğünü, öte yandan Asya'nın iki büyük devletiyle dostluk anlaşmalarının müjdesinin geldiğini yazıyordu.

Sovyetler Birliği ve Afganistan “Asya'nın iki büyük devleti” diye nitelendiriliyor.

Onlarla yapılan anlaşma da Ankara tarafından müjdeli haber olarak görülüyor.

Çünkü “

Türkiye, diğer Doğu milletleri gibi kuvvetini Doğu'dan aldıkça Avrupa'nın istilacı zihniyetine karşı ancak bu kuvvetle karşı koyabilecektir.

”(5)

Bu kadar açıktır ve nesneldir.

İSLAM HÜKÜMETLERİ SİYASİ BAĞIMSIZLIĞA LAYIK GÖRÜLMÜYOR

Denklemin kazanan tarafında olanlar Türk-Afgan Anlaşması'nı elbette sevinçle karşıladılar. Anlaşma, Afgan Emiri Emanullah Han tarafından Kâbil'de Abdgâh Camii'nde binlerce kişinin katıldığı törenle onaylanmıştı.

Aynı tarihlerde Muhammed Veli başkanlığında bir heyet ABD'ye de gitmişti. Afganistan'ın tanınması için görüşmeler yapacaktı. ABD basınında bu haber alay konusu yapıldı. Elçilik açmanın ne olduğunu bile bilmedikleri, ABD Afganistan'ı tanımadığı için Cumhurbaşkanı'nın görüşmeyeceği yazıldı çizildi.

Hangi Afganistan'ın bağımsızlığını istemeye gelmişler ki...

ABD'nin böyle bir devletten haberi bile yok...muş...

Misyonerlerine serbestçe girme izni verilirse belki tanımayı düşünebilir...miş...

Afgan Emiri'nin akrabası Fatma Settar Hanım ve iki çocuğu da New York'taydı. Onlar da haber konusu oldular. Fatma Hanım iki çocuğunu okula yerleştirmek üzere gelmişti. Büyük oğlu Haşim “Memleketim yeni bir rehber sınıfına muhtaç. Gelecek için geniş programlar yapıyoruz. İnşallah yakın zamanda yeni bir Afganistan yapacağız” demiş.

Bu ziyaret de giysilerine kadar basında alay konusu olmuştu.

Aynı cephede olunca demek ki aradan yüzyıl da geçse tavır değişmiyor.

O sırada ABD'de Vakit gazetesinin muhabiri olarak bulunan M. Zekeriya (Sertel), bu tutumun Amerikalıların Doğu ve İslam milletlerine bakışlarından kaynaklandığını 17 Temmuz 1921 tarihli mektubunda şöyle yorumlayarak aktarmıştı:

“Onlara göre İslam hükümetleri medeni olamaz. Siyasi bağımsızlığa layık görülemez.”

Bu ifade sizlere tanıdık geliyor mu?

Tarih tekerrürden ibaret sözlerine katılmasak da, emperyalizm döneminde “iki zümre” olduğunu daha önce yazmıştık. Atatürk Türkiyesi'nin gazetecileri de, aydınları da siyasileri de “kıyafetlerine bakmadan” Afganistan'la ilişkileri alkışlarla ve dualarla karşılarken, Doğu'ya yönelişi geç kalmış bir girişim, nihayet doğruyu bulmak olarak değerlendiriyorlardı.

Zaten Vakit gazetesi muhabiri mektubunda hemen sonraki satırda kendi görüşünü de yazmış.

“Maamafi, Amerikalılar ne söylerse söylesin, Afganistan hükümeti ve milletinin bu iki heyeti bizim için çok dikkat çekicidir.”

Haber gazetede 13 Ağustos 1921'de Fatma Settar'ın fotoğrafıyla verilir.

Çünkü biz mazlum milletlerle kaderimizin bir olduğunu görüyorduk.

Gözlerimiz ne bugün ne de o gün Londra'da ev bakmaya, ya da Washington D.C.'de ikbal aramaya gitmemişti.

Bizim mazlumlardan yana gazetecimiz Afganlarla alay edenleri, tepeden bakanları da memleketindeki mandacıları da görüyordu. Kibarca şöyle yazmış:

“20. yüzyılda gülünç değil mi? Fakat gerçek.

Amerika'yı bize yanlış tanıtmışlar. İyi tanısaydık, elimizi Wilson'a uzatıp hak diye bağırır mıydık? Bu Amerikan huyunun yalnız Afganlara dönük olmadığını unutmamalıyız.”(9)

Türkiye'nin Afganistan Büyükelçisi Fahreddin Paşa ve Afgan Emiri bayraklarına sarınmış dostluk fotoğrafı çektirmişler.

İNGİLİZ PARMAĞI HER YERDE MİLLETLERİN ZARARINA FAALİYETTE

İlginç olan Anadolu'nun her köşesinden, örneğin Bolu'dan da olaylar, emperyalizmin pençeleri çok açık görülmektedir. Bolu'da yayımlanan Türkoğlu gazetesinde Afganistan'la İran arasında anlaşma yapılınca, Mithat Akif bu gelişmeyi “mesut bir olay” olarak görür ve şöyle yazar:

“Britanya adasında ne kadar İngiliz nüfus varsa, bütün bu nüfusun parmakları miktarınca, dünya yüzünde yaşayan her çeşit millet ve hükümetlerin işlerinde mutlaka İngiliz parmağı mevcuttur. Fakat bu parmaklar, o milletlerin zararına olan işlerde harekete gelir. (...)

Kendi memleketinden milyonlarca fersah uzak mesafelerde bulunan; ne din, ne millet ne de hudut ve hukuk vesaire bakımından hiçbir alakası olmayan memleketlere gidiniz, mutlaka o memleketlerin idaresizliğinde, intizamsızlığında, ihtilal ve karışıklıklarında, İngiliz parmağının oynağını göreceksiniz. (...) herhangi bir diyarın huzur ve barış içinde yaşamakta olan halkını isyan ve zilletlere sevk ve tahrik için çalışan gene İngiltere parmağıdır. (...)

Şimdi bu iki İslam hükümeti, bir ittifak anlaşması yapmak suretiyle de kuvvetlerini birleştirmişler ve yumruklarını da sıkmışlardır. Acaba bu yumruk kime karşı?” (Mithat Akif, Türkoğlu, Sayı 12, 30 Ekim 1921; Sarıhan, age., s.39. )

İşte tayin edici soru budur.

Moskova'da Türk-Sovyet Antlaşması imzalanıyor. 16 Mart 1921

BU YUMRUK KİME KARŞI

O yumruğun kıymetini bilen, ona ihtiyacı olan doğru yanıtı arar bulur.

Kılığına kıyafetine bakmaz; tam tersine o durumdan kim sorumluysa o güçlü yumruğu onun kafasına yöneltir.

Bugün Kâbil Havaalanına bakınca o kadar insanı kim o zavallı duruma düşürdü, sorusunun yanıtını aramak gerekmez mi?

Bir anneyi emzikli bebeğini, henüz kendi bedeninin bir parçasını yabancı askere teslim edecek kadar kim çaresiz kıldı?

Kim o insanları aç ve Ortaçağ ilişkilerinde bıraktı?

Kim o insanları kendi milletine karşı ajanlık yapacak kadar onursuzluğa düşürdü?

Yumruk kime karşı??

İstanbul basını ise başka bir “zümrenin” hizmetindedir. Körlüğü ondan kaynaklanmaktadır.

Ali Kemal. Tanıtmamıza gerek yok. O da şöyle yazıyordu:

“Avrupa'da kaale bile alınmayan Orta Asya'dan Ukrayna'ya kadar geçici ve muhtelif devletlerin birbiri ardına Ankara'ya gelen elçilikleri için sarf olunan vakit ve paraya ne derece esef edilse yeridir. Çünkü havaya gidiyor demektir.” (Peyamı Sabah, 29 Aralık 1921’den aktaran Sarıhan, age, s.38.)

Onun soluduğu hava başkadır.

O Doğu'ya değil Batı'ya “cihan medeniyeti” cephesine yönelmekten yanadır. O’na bakarsanız, “Doğu'yla Batı'nın ezeli mücadelesinde Batı'nın yenildiği görülmemiştir. Hele bu sefer hiç görülmeyecektir. Böyle Ortaçağ idarelerini Ankara, Azerbaycan, Erivan, Moskova, Afganistan bir zaman daha götürür, yaşatır. Ama İstanbul Avrupa'nın parçasıdır. Sindiremez. Bize Moskova'dan, Turan'dan, Türkistan'dan Asya'dan imdat gelmez. İtilaf devletlerinin teveccühünü kazanmamız gerekir.”(10)

Asıl Ali Kemal'in “İstanbul”unu ne bu kahraman Türk milleti ne de Afgan milleti sindiremedi. Afgan halkıyla, Kâbil'le gücünü birleştirip bağrından o zararlı unsurları söküp attı.

Yedi düvelin sırtını yere getirdi. İstiklâlini kazandı.

Batı o zaman da yenildi. Bugün de.

Ama bu kaçınılmaz yenilgi emperyalizmin Atlantik'te yine büyük dalgalarla boğuşan, artık bir yandan da su alan gemisinden bakılınca bugün bile görülmüyor.

DOĞU'NUN MUTLU GELECEĞİ İÇİN HAYIRLI BAŞLANGIÇ

Kastamonu Açıksöz gazetesi Türk-Afgan anlaşmasının haberini “Doğu'nun mutlu geleceği adına bir hayırlı başlangıç” başlığıyla vermişti.

Oysa bu başlangıç bazıları için uzun süredir korkulu rüyaydı. Winston Churchill çok daha öncesinden Rusya'daki, Anadolu'daki ve Afganistandaki gelişmeleri izliyor ve bu nesnel hesabı şöyle değerlendiriyordu:

“Bolşevikler, Kafkasya'yı geçip Türk milliyetçileriyle birleşirlerse ne yaparız? Hazar'ı ele geçirip Kuzey İran'ı istila ederlerse, Türkistan'a hâkim olup Afganistan'la birleşerek Hindistan'ı dışarıdan tehdit eder, içerde de ihtilal için çalışırlarsa ne yaparız?”(6)

The New York Times da 1919'da benzer saptamayı yapıyor, Doğu'nun birleşmesinin neye yol açacağını görüyordu:

“Türkler umutsuz bir silahlı karşı koymaya girişecekler. Turan'dan gelecek kuvvetlere, İranlılar'a, Tatarlara, Afganlara, Gürcülere, hatta Bolşeviklere güveniyorlar.”(7)

Türkiye'nin dünya siyasetinde önemli bir gücü temsil ettiğini söyleyen Sovyet devletinin önemli Doğu uzmanlarından A. Skaçko'ya göre; “Savaşlardan yorgun düşmesine, sanayiye, askeri sanayiye sahip olmamasına karşın kendi buğdayıyla beslenebilen Türkiye büyük direniş gücüne ve dayanıklığa sahiptir.”

Burada Türkiye'nin gündemindeki üretim devrimi programının, “kendi buğdayıyla” beslenmenin ne kadar anlamlı olduğuna bir gönderme yapalım ve Sovyet Doğu uzmanını dinlememeye devam edelim:

“Devasa sanayisi olan Almanya'nın gücü İtilaf devletleri tarafından kırılmıştır. Ama Türkiye direnmektedir. Türkiye'nin önemli bir gücü de diğer İslam halklarına etki etmesidir. Hindistan'da 'İstanbul'dan elini çek' sloganlarıyla çok büyük grevler ve eylemler yapılmıştır. Afganistan'da İngiliz etkisiyle mücadele ancak Türklerin yardımıyla olabilecektir.”(8)

Mustafa Kemal'in “Tü̈rkiye azim ve mü̈him bir gayret sarf ediyor. Çünkü mü̈dafaa ettiği dava, bütün mazlum milletlerin, buütün Doğu'nun davasıdır” derken haklıydı. Onun için kendine güveniyordu. İşte o liderlik, mücadeleyi başarıya ulaştırdı.

Bugün de akıl yolu aynıdır.

DİPNOTLAR:

(1) Vakit, 13 Ağustos 1921; Vakit, 1 Ağustos 1921.

(2) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, 53.İçtima, 21 Temmuz 1337 (1921), c.11, s.320-333)

(3) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, 53.İçtima, 21 Temmuz 1337, c.11, s.318-320.

(4) TBMM Zabıt Ceridesi, age., s.320.

(5) Hâkimiyeti Milliye, Sayı 141, 24 Mart 1921.

(6) Mehmet Perinçek, Kafkasya'da Türk-Sovyet Askeri İşbirliği (1919-1922), Kaynak Yayınları, s.26.

(7) Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, Kaynak Yayınları, 1974, s.57.

(8) Mehmet Perinçek, age., s.399

(9) Vakit, 13 Ağustos 1921;Vakit, 1 Ağustos 1921. Aktaran Sarıhan, age., s.37,38.

(10) Peyâmı Sabah, 13 Ağustos 1920; 26 Eylül 1920; 29 Ekim 1920;16 Kasım 1920.