Atatürksüz ADD

Atatürksüz ADD olur mu?
Atatürkçü düşünce demek, eylem demektir, gençlik demektir. Çünkü Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni gençlere emanet etti; hukukçulara, mühendislere, çok önem verdiği öğretmenlere, hatta askerlere bile değil, gençlere...
Atatürkçü düşünce gençlikten uzakta ve eylemsiz olmaz, olamaz. Olursa o Atatürkçü düşünce olmaz, dernekçi düşünce olur...
Bu emaneti en doğru biçimde sahiplenen ve her zaman yüzünü ağartan gençlik örgütü TGB’dir. Bunu en iyi bilenlerden biri de ADD Başkanı Sayın Süheyl Batum olmalıdır.
Ama...
Cumhuriyet Bayramı kutlaması için 1. Meclis önüne toplanan yaklaşık 500-600 kişilik cılız topluluğun ADD ve bu kutlamayı birlikte planladıkları 19 kuruluş olduğunu öğrenince şaşırdım, onlar adına üzüldüm. Çünkü onlardan bir saat sonra 10 bin ateş gibi genç, CKD ve Vatan Partisi ile birlikte o alanı hınca hınç doldurdu. Yürüyüş başladıktan sonra bir bu kadar insan daha korteje katıldı ve 20 bin yürek TGB öncülüğünde Anıtkabir’de Andımız’ı okudu...
Oysa neden birlikte olamasınlardı? Neden ADD bu duruma düşürülsündü?
TGB Başkanı Yıldırım Gençer’e sordum, o da anlattı...
ADD, çeşitli kitle örgütleri ile ilk toplantıları yaparken TGB’yi davet etmemiş. Daha sonra TGB Başkanı ile ADD Başkanı İstanbul’un kurtuluşu etkinliğinde karşılaşınca, Yıldırım Gençer Süheyl Batum’u Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını birlikte yapmaya davet etmiş. Bunun üzerine Süheyl Hoca, kendilerinin başka bazı dernek ve kurumlarla buna ilişkin bir çalışma yaptıklarını söyleyip TGB’yi davet etmiş. TGB Başkanı bunu kabul edip ilk davete katılmış, ama... TGB’nin kürsüde gençlik adına konuşma yapmasına izin verilmeyince gençlik de kendi eylem planını yapmaya karar vermiş... ADD Genel Merkezi’nde etkili bir pozisyona getirilen bir ismin ortak eylem yapılmasını engellemek için özel olarak uğraştığı belirtiliyor.
Sonuç: ADD yöneticileri ve tören alanına gelen birkaç yüz kişi, sırayla kürsüye çıkan 6 kişinin beylik laflarını dinledi. TGB ise Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya gelen 10 bin gencin yüreğindeki ateşle, Anıtkabir yolunda bir 10 bin kişiyi daha tutuşturdu ve magma seli gibi Anıtkabir’e aktı. Dost düşman gördü Türk gençliğini.
Yazık olmadı mı ADD’ye?
Ayıp olmadı mı ADD’ye?
Atatürkçü düşünce, eyleme dönüşemeyen düşünme faaliyeti ya da yasak savma kabilinden beylik laflar eşliğinde boy göstermek değildir, eylemdir, birlik bütünlüktür, gençlik ateşidir.

VER MEHTERİ
Hayali bir Osmanlı algısı yaratarak İttihat ve Terakki’ye oradan da Cumhuriyete hatta Atatürk’e ve devrimlere saldırmanın en önemli silahı, Mehter Marşları; bu amaca hizmet eden en önemli etkinlik de İstanbul’un fethi kutlamaları oldu son yıllarda... Bunların duygusal etkisini, halkı birleştirmek için değil, kutuplaştırmak ve popülizm için kullandılar.
Hatta Erkan Tan diye bir sunucu var, neredeyse her lafı getirip iktidara ya da Osmanlı’ya bağlar sonra da “ver mehteri, titresin kalpler” deyiverir... Fonda yüksek sesli mehter çalarken verilir mesajlar...
Düşünürüm arada, bu zat ya da etkilemeye çalıştığı insanlar o mehter marşlarının sözlerini hiç dinlemişler mi? Mesela “Türk milleti, Türk milleti, aşk ile sev milliyeti” mısrasında “Allah Allah Osmanlı’da bu milliyetçilik vurgusu var mıydı?” diye sormuşlar mı kendilerine? Ya da “Türk oğlunun ana yurdu, gönül bağı bucağı/ Hak gözcüsü, yurd bekçisi Türk oğlu Türk pek şanlı” mısralarındaki “Türk oğlu Türk” vurgularının Osmanlı ile pek de örtüşmeyeceği hiç akıllarına gelmiş mi?
Sanmam...
Bakınız, bugün dinlediğimiz o mehter marşlarının Osmanlı ile ilgisi alakası yoktur. Neredeyse tamamı İttihatçılar tarafından yazılmıştır. Hatta Sultan 2. Mahmud’un kapatıp yaktırdığı Mehterhane’yi yeniden kuran da İttihatçılardır (1911). Meşhur Neyzen Tevfik bile işin içindedir.
O yıllarda, sürekli gerileyen ve toprak kaybeden ahaliye, geçmişin şanlı günlerini hatırlatarak, milletin üzerine serpilmiş ölü toprağını silkelemek için bu gerekliydi. İttihatçılar kendi deyimleriyle halkı “yeniden o cündi ve silahşor millet” yapmaya çalışıyorlardı. Çünkü ulusal birliklerini tamamlayıp, milli pazarlarını ve sanayilerini kuran emperyalist devletler, sömürge bulmak için silaha sarılmışlardı. Buna karşı durabilmenin tek yolu milletin birliği ve yurdun bütünlüğü duygusunun halka yayılmasıydı. Ancak milliyetçilik mevzisinden savunulabilirdi vatan. İttihatçılar bugün dinlediğiniz o muazzam marşları yazdı, besteledi bu yüzden.
Örneğin “Türk kavminin beş bin yıllık yuvası” marşının şiiri o kadar yayılmıştı ki halk arasında, bestesini kendisi İttihatçı olmayan Ahmet Muhtar Paşa yaptı. Ya da hepinizin “Ceddin Deden, neslin baban, en kahraman Türk milleti” dizelerini ezbere bildiği Eski Ordu Marşı’nı, Muallim İsmail Hakkı Bey yazıp besteledi. Göktürkleri, Hunları, Uygurları, Oğuzları hatırlatan “Tarihi Cevir Marşı” ve daha bir çoğu İttihatçıların eseri...
Türklerin Asya’daki kökleri ile Anadolu’daki varlıkları arasına bir kültür koridoru açtılar böylece... Batı sazları ile modernize edip, yine Batı’ya karşı milliyetçi bir duvar ördüler bu marşların beslediği atmosferle.
İstanbul’un fethini de İttihatçılar kutlamaya başladı ilk kez (13 Haziran 1910). Çünkü Balkanlar’da kaybedilen topraklar ve yaklaşan düşmanın İstanbul’u tehdit etmesinin yarattığı psikolojik etki ortadan kaldırılmalıydı.
Bu tehdit arttıkça kutlanan günler de artıyordu, mesela Osman Bey’e Selçuklu hükümdarı tarafından tuğ gönderilmesini “Osmanlı İstiklâl Günü” olarak kutluyorlardı (30 Aralık 1913). Yeni Osmanlıcılar bilse bunu da kaçırmazlardı.
Yani...
Mehteri ya da İstanbul’un fethini sömürerek, halkı kutuplaştırmaya, bölmeye çalışan kişilere söylenecek tek şey var: “Ver mehteri arkadaş, o da bizim...”
(Bu bilgiler ve daha fazlası için “20. Yüzyıl’da Askeri Mehter” konulu doktora tezine emek veren değerli arkadaşım Dr. Erhan Tekin’e teşekkürler.)

SAVAŞ ALANI
Sürekli birilerine fatura çıkarma takıntısı olanlar ve Türk Ordusu’na çakmak için bunu fırsat bilenler hemen başladılar: “O Mehmetçiklerimiz niye dondu?” Bunu PKK/HDP ile işbirliği yapan Kılıçdaroğlu soruyor.
HDP’ye “Kürt siyasal hareketi” diyen Akşener ise anne rolüyle: “Askerlerimizin üşümesini bile istemem” buyurmuşlar.
Savaş alanı gerçeklerini anlatmak gerek bunlara, bir de devlet adamı tavrını. Bu iş sahnede bale yapmaya benzemez ki, bale yaparken bile sakat kalabilir felç olabilir insan. Bu iş dağda savaşmaktır, ölüm hep yanı başınızda gezer.
Devre arkadaşımız Selman bir yardan aşağıya düşüp şehit olmuştu, Özel Kuvvetlerde idi... Bir başka kardeşimizin başı helikopterin dönen pallerine çarpmıştı, Kayseri Komandonun aslanlarından biriydi. Çığ altında kalanlarımız oldu, Şırnak-Görmeç’telerdi o sırada, bir tek izinde olanlar kurtulmuştu. Gabar’a diz çöktüren, Ali Boğazı’nı çelikten pençeleriyle sıkan Bolu’nun aslanlarıydı hepsi.
Mesela omuzundan vurulup, helikopter gidemediği için kan kaybından şehit olan güleç yüzlü Selim üsteğmeniydi Kayseri Komando’nun.
Ya da... Ensesinden giren kurşun, suratını dağıtarak çıktıktan sonra şehit olduğu için morga konulan, ama son kez yüzünü görmek isteyen arkadaşları tarafından ayağı titrediği için yaşadığı fark edilerek kurtarılan kahraman Muhittinimiz vardı. Hâlâ hayatta ve fişek gibi.
Yani bunların hepsi olasıdır ve hiç birinin bir sorumlusu/suçlusu yoktur.
Burası savaş alanıdır, en olmayacak işler olur, orada gezenler de güvercin yavruları değil, dünya harp tarihinin en amansız savaşçıları, o dağların yeleli bozkurtlarıdır. O yola, bütün bu olasılıklara hazır çıkarlar.
Devlet adamı ise savaş alanlarındaki en olmayacak hadiseleri bile halkına ve savaş alanındaki askerlere cesaret verecek şekilde karşılayan kişidir. Ellerini dizlerine vurarak ağlayandan, ya da fırsat bu fırsat deyip kendi ordusunun yakasına sarılandan devlet adamı olmaz.
Tarihinde Kuvay-ı Milliye olan bir partinin liderinin gün gelip kendi ordusunun yakasına yapışmasına da kaderin cilvesi denir galiba.
Hayatında savaş alanı görmemiş adamlar, konuşmasa olmaz mı bu konularda, biraz sussalar olmaz mı? En azından o savaş alanını bedeniyle onurlandıran kahramanların anısına hürmeten.

TAKINTI
Bazıları takmış kafayı, Atatürk demiyor... Mustafa Kemal diyor, Gazi Mustafa Kemal diyor, ama Atatürk demiyor.
Başka bazıları da bunların Atatürk demeyişine takmış kafayı. “Bak yine demedi Atatürk diye.” “Demiyor işte, diyemiyor abi, batıyor”, ya da “Gördün mü abi düşman işte, Atatürk dese, inanacağım, ama...”
Sanki o demeyince, Sakarya Ovası’na akan kan siliniyor tarihten ve sanki bu yakalayınca onun demediğini, kulağından tutup atıveriyor ABD emperyalizmini bu topraklardan.
Oysa biri “demokrasi” bahanesiyle yan yana duruyor ABD’nin kara gücü olan PKK/HDP ile; diğeri “din kardeşi” diye sarılıyor emperyalizmin öbür uşağı gerici yobazlığa.
Biri düşman Atatürk’e ve Cumhuriyete, öteki düşmanlık ediyor “demokrasi” gereği; biri dipsiz kuyu, öbürü kör satır.