Atatürk’ün Ankarası

Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’daki Pera Palas otelinde, Arjantin Devletini temsilen bulunan babası Villalta’nın konsolosluğu sırasında aynı otele yerleşen Kurmay Mustafa Kemal ile tanışır oğul Jorge Blanco Villalta (*). İkinci kez (1934-39) Arjantin Büyükelçisi olarak Atatürk’ü elinde bir not defteri ile yakından takip ederek Ankara’nın bir başkent olarak gelişmesini gözler (Ergenekon, 10.11.2016, Atatürk’e dair Jorge Blanco Villalta’nın Anıları, aydinlik.com). Atatürk’ün ebediyete intikalinin 10 Kasım 2019 yılındaki 81. yılında kendisini, Türkiye’nin kalbi olarak baştan yarattığı Ankara için şükran ve özlemle anarken doğum yerim Ankara’daki değişimi Sayın Jorge Blanco Villalta’nın “Atatürk” adlı kitabından (Ocak 1939) naklediyorum:

ESKİ ANKARA
“Sarp bir tepeye sarılmış olan yaşlı kale, gururlu ve görkemli haliyle, yüzyıllarla savaşmaya ve onları yere sermeye hazırmış gibi durmaktadır. Kayaları bu hisarın taşlarıyla karışmış olan tepenin çevresi sıra sıra, dağlık kütlelerle çevrilmiştir. Ankara yaylası çöküntülerle bölünerek, bu tepe ile diğer tepeler ve dağlar arasında dümdüz uzanır gider. Bu hoyrat boz kırlık ortasında, güzel günler görmüş geçirmiş İmparatorların ve prenseslerin övgüsünü kazanmış olan Ankara, kaleden tepenin eteklerine doğru serpilerek yayılır. Atatürk, devrimci hareketin odak noktası yapmak istediği bu taşra kentine 1919 sonlarında geldiği zaman şehirden 25.000 kişiden fazla kimse yoktu. Onlar verimsiz sanayilerinin yoksulluk içinde idiler ve hammaddelerinin satışı ile geçinip gidiyorlardı. Her iki gelir kaynağı da savaş halinden dolayı hemen hemen felç olmuştu. Büyük bir içme suyu sıkıntısı vardı. Ovada akan küçük dereler ilk ve sonbaharda taşarak, sıtmanın yayıldığı bataklıklar oluşturuyordu. Kentin herhangi bir yerinden bakıldığında sadece iki bodur ağaç görülebilirdi. Boz düzlük, boz kayalar ve toz tek düze bir manzara sergilerdi. Tüm konfordan yoksun olduğu için iklimin bütün şiddetinin tüm hoyratlığını gösterdiği bu yer, Kemalci hükümetin kurulduğu yerdi. İç mücadele ve siyasi çekişmenin eksilmediği üç harp yılı, Atatürk’e inanarak yurdun dört köşesinden gelen ve her ne şekilde olursa olsun Ankara’nın harap evlerinde oturmaya çalışan insanları, sıkış sıkış fakat bir ülkü için yoksunluğa katlanırken, mutlu olarak gördü. Elektrik yoktu. Motorlu araçlar bir elin parmaklarıyla sayılırdı. Bakanlar ve milletvekilleri, iş yerlerine veya meclise at sırtında giderdi. Yunan ilerleyişinden kaçmış olan binlerce göçmen şehri bir açlık kemeriyle sarmıştı. Birçok kimse henüz ne şekilde sonuçlanacağı belli olmayan Bağımsızlık Savaşı hakkında olduğu gibi, bu yer ve bu şehir hakkında da üzgün umutsuz idiler. Şehir de kazanma azmi de aynı durumdaydı, her ikisi de sıkılmış pençelerini sert toprağa inatla geçirmişlerdi. Herkesin sadece bir stratejik komuta yeri olduğuna inandığı bu şehir Atatürk’ün kalbinde Türkiye’nin yeni başkentiyle bir tutulmakta idi. O’ndaki inanç, yorgun bir halkı özgürlüklerinin zerresini kaybetmektense ölümü seçecek bir duruma getirmişti. Orada, o çıplak arazide, ormanlar yetiştirecek, göller ve bahçeler meydana getirecekti. Ovadaki toprak, kolay meyve vermez. Yağış az ve düzensizdir. İklim serttir. Hatta gökyüzü bile daha yükseklerdedir, soluk ve umutsuz görünür. Boğaziçi’nin ve mavi Marmara’nın olağanüstü güzel kıyılarına yaslanmış olan İstanbul ile bu yanmış ve susuz yayla arasında ne büyük zıtlık! Milletin yönetici sınıfı haremleri arasında, Doğu’nun Kraliçesinin saraylarında ruhsuzlaşıyor ve gevşiyorlardı. Atatürk’ün gözünde İstanbul bir İmparatorluğun çöküşünün simgesiydi. Yokuş aşağı sürüklenen o sınıflar, kirlenmemiş ve güçlü olan Türk milletini de peşlerinde sürükleyemeyeceklerdi. Bu yaylada, savaşlar ve yoksulluk içinde yeniden doğmuş olan fakat şimdilik sadece acı çeken bu millet için bir başkent kuracaktı.” Kocatepe’de gündüzleri savaşı idare ederken, geceleri çadırında uyumuyor ve Macar Türkologlarının yazdığı inceleme kitaplarını okuyordu Atatürk. Soranlara verdiği yanıt ise “İstiklal kazanıldığında bu milletin bir Tarih ve de Türkçe Dil Kurumuna ihtiyacı olacak” demesiydi. “Kendi tarihinin yıkıntılarından birkaç görkemli harabeden başka hiçbir şey kalmamış olan, her şeyin yeninden yapılması gereken Ankara, yeni Türkiye’nin simgesi idi (Jorge Blanco Villalta; Çeviren: Em. Kur. Alb. Fatih Özsu, 1982, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yonca Matbaası, Ankara).

TÜRKİYE’NİN KALBİ ANKARA
Ankara, Anadolu’nun kalbinde olmak üstünlüğüne sahipti. Yakın gelecekte, şehir, Atatürk’ün karar verdiği gibi modern kültürün merkezi haline dönüştüğü zaman, ışığını ve örneğini Anadolu’ya baştanbaşa yayacak, dağıtacaktı. Ayrıca, Türkiye’nin düşmanları artık LoydCorç’un sözlerini tekrar edemeyeceklerdi: “Türkiye’nin başkenti topraklarımızın menzilinde olmalıdır.” Cumhuriyetin ilanından sonra ve yayladaki şehir 1923 yılında Türkiye’nin başkenti olma durumuna yükselince, eski altın çağlarını aratmayacak bir gelişme dönemi başladı” (Villalta, 1982, s.697-699). (*) Villalta’nın okunuşu Viyalta’dır.
5 Kasım 2019 tarihinde Ankara’da vefat eden Sayın Em. Jan. Ast. (1952-13) Ahmet Kayabekman’a rahmet ailesine başsağlığı ve sabır diliyoruz ve vatanımıza yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine müteşekkiriz.