Atilla Dorsay’ın üslubu (!)

Atilla Dorsay’la kırk yıldır tanışırız. Ama gerçek dostum mu, yoksa düşmanım mı olduğuna pek karar veremiyorum. Karşılaştığımızda ya da telefon konuşmalarında dostluğumuz pekişir, türbinlere oynadığında ise bu dostluğun yerini, gereksiz ve yakışıksız sözler alır. Yani biz bize olduğumuzda başka, başkalarına seslendiğinde ise bir başkadır. Sonuçta bu da onun üslubudur (!) deyip geçebilirsiniz ama, bu da pek mümkün olmuyor.

Sinemamızın 100. yılında onun onur konuğu seçilmesine sevinenlerden biri de benim. Gerçekten de hak ettiği yerde. Sinemaya olan katkıları hiçbir zaman göz ardı edilemez, çalışkan, üretici ve de bu işe ne denli sevdalı olduğu ortada. Buna ben başta olmak üzere hiç kimsenin bir itirazı yok. Olamaz da....

Ama bazen “ben merkezci” bir tavırla kantarın topunu kaçırdığı da oluyor, kimi olay-olgulara gereğinden fazla kişisel bakabiliyor. Kendisini sinemanın olduğu her yerde merkezde görmesi, kimi zaman değil çoğu zaman, bir başkalarının kişiliği ile oynayarak kişilik kazanma isteği, tüm centilmenliğine karşın, kişiliğinde ağır basıyor. Öylesine ağır basıyor ki, her şey benimle başlar benimle biter dercesine...

Örneğin; onur konuğu olarak son günlerde yaptığı söyleşilerinde, bu onurun coşkusunu yaşayacağı yerde, kendisini öne çıkaran, kimi talihsiz cümleler de kurmaktan kaçınmıyor. Hiç düşünmeden -ya da çok iyi düşünerek- bilinçli olarak “sinema yazarlığı geldiği yeri biraz da bana borçlu” deyiveriyor.

ESKİLERİ UNUTMAK YA DA YADSIMAK NİYE?

Sinema yazarlığı geldiği yeri kimseye borçlu değil. Eğer ille de bir borç hanesi oluşturulacaksa, ondan önce hepimizin duayeni olan ve sinema eleştirmenliğini kurumlaştıran Tuncan Okan’lara, sinemamızın tarihini bizlere ta 1962’lerde öğreten Nejat Özon’lere, Sinematek Derneği’ni kurarak sinemada bir çeşit aydınlatma çağını açan Onat Kutlar’lara, Nezih Coş, Giovanni Scognamillo, Rekin Teksoy ve de daha bir çok kişiye borçlu. Ama tüm bu borcu nedense Atilla Dorsay üstleniyor. Üstelik kimsenin ona borçlu olduğunu dile getirmeden.

Sonuç da buna da, Dorsay’ın üslubu, der geçerseniz! Ama yeni bir söyleşisinde, bana ilk Türk sinemacıları Manaki Kardeşler konusunda değiniyor. Hem sinema tarihi konusunda pek bilgili olmadığını söylüyor, hem de başta benim olmak üzere kimi yazarların (isim vermiyor) bu konudaki üsluplarının yersiz ve yanlış olduğunu ima ediyor.

BELGELER VE BİLGİLER NE İÇİNDİR?

Belgelere ve bilgilere dayanarak bir araştırma yapıp sonuçlarını ortaya koymanın yakışıksız bir üslupla ne ilgisi olabilir ki? Ama Atilla’ya göre oluyor. Çünkü tüm hak ettiği başarılar ona yetmiyor, kendisinden gayrı ne varsa yerle bir edip, her şey benimle başlıyor, benimle biter mantığı daha baskın çıkıyor. Bir sinema duayeni olarak “Ne güzel. Sinema tarihçileri-yazarları yeni belgeler bularak sinemamızı zenginleştiriyor” diyemiyor. Çünkü her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle bittiğine hem inanıyor, hem de inandırmaya çalışıyor. Sanırım üslup bozukluğu tarihi belgeleri ortaya koyanlarda da değil de, biraz onda.

Hepimizin ortak olduğu başarısını yadsımak mümkün değil. Atilla Dorsay bu başarıyı sonuna kadar hak ediyor. Buna kimsenin itirazı yok. Olamaz da, olursa da öncelikle bizler meslektaş olarak buna karşı çıkarız.

Ama, kendi başarısını kutlarken, bir başkalarının başarısına kara çalmak, her şeyi tümden yadsımak niye? İşte bunu anlamakta, anlayabilmekte biraz zorluk çekiyoruz.